Kastamonu Antik Çağ’ın Paphlagonia Bölgesi sınırları içerisinde bulunmaktadır Bu bölgede Antik Çağ’dan kalmış kaya mezarları bulunmaktadır Kastamonu Valiliği bu kaya mezarlarının turizm yönünden önem kazanabilmesi için bazılarının çevresindeki yapıları kamulaştırarak çevre düzenlemesi yapmıştır
Ev Kaya Mezarı (Merkez)
Kastamonu’nun en eski kaya mezarı olan bu yapı bugünkü Endüstri Meslek Lisesi yanındaki doğal kaya bloğu üzerinde, zeminden 8 m yükseklikte oyulmuştur MÖVIIyüzyılın başlarına tarihlendirilen bu mezar anıtı Paphlagonialılar tarafından yapılmıştır Mezarın üç ayrı girişi olup, içerisinde de üç ayrı mezar odası bulunmaktadır
Şehinşah Kaya Mezarı (Merkez)
Kastamonu, İsmail Bey Külliyesi’nin bulunduğu, Şeyhinşah Kayası’nın güney yüzünde üç mezar odası bulunmaktadır
Bu mezarların MSIIyüzyılda, Roma döneminde yapılmış oldukları sanılmaktadır Birbirine benzeyen mezar odaları oldukça dar ve kabartmalarla süslü bir girişten sonra derinliği çok fazla olmayan mezar odasına girilmektedir Günümüze iyi bir durumda gelebilmişlerdir
Sarı Yolu Kaya Mezarı (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Sümenler Köyü’nde Sarı Yeri veya Sarı Yolu denilen oldukça sarp bir kayalıkta mezarlar bulunmuştur Üç küçük odadan oluşan bu mezarın ismine kaynaklarda rastlanmamış ve yapım tarihi de kesinlik kazanamamıştır
Toprak İni Mezarları (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Kamana ve Hamitli köyleri arasındaki Sorkun Yaylası’nda bazı mezarları bulunmaktadır Bu mezarlar harç ve tuğla ile yapılmıştır Büyük olasılıkla da Roma ve Bizans dönemlerine ait oldukları sanılmaktadır
Kız Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi, Çengel ve Ekremli köyleri arasındaki Zarı Ovası’na hakim kayalar üzerinde bulunan bu kalıntı bazı kaynaklarda mabet olarak geçmiştir Bu nedenle de kaynaklarda Mihrap Kayası olarak yer almıştır Kayanın 12 m yukarısında, 2 m yüksekliğinde, 1 m enindeki bu mezarın alınlığı üçgen şeklindedir Sütun ve başlıkları ile bu alınlık taşınır olarak kayalara oyulmuştur Alınlığın ortasında yarım metre çapında bir daire bulunmaktadır
Delikli Kaya (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesinin doğusunda, Sabuncular Köyü Sada Mahallesi’nde küçük bir kaya mezarı bulunmaktadır Delikli Kaya denilen bu mezar, yuvarlak kapılı tavanı kubbe şeklinde oyulmuştur Bu mezar odasının yüksekliği 150 mdir
Hacat Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesinin batısındaki Sümenler Köyü’nde Kayadibi Mahallesi’nin yaklaşık 100 m kuzeyindeki Hacat Kayası’nda bir kaya mezarı bulunmaktadır Mezarın kemerli bir giriş kapısı olup, içerisinde 130 m eninde ölü çukuru vardır Bunun sol tarafında ve karşısında birer oda daha bulunmaktadır Bu bölümlerin üzerindeki kayalar kubbe şeklinde oyulmuş ve mezar haline getirilmiştir
Fıstık Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesinde Demirtaş Köyü altındaki Asar Kalesi ile Ören Kayası arasında kayalara oyulmuş mezarlar bulunmaktadır Dışarıdan birer oyuk olarak görülen bu mezarlar hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır
Ruşen Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Höyük Veren Köyü’nde, Ruşen Mahallesi’nde kayalara oyulmuş bir mezar bulunmaktadır Bu mezarın hangi dönemde yapıldığı bilinmemektedir Mezarın içerisi kubbe şeklinde olup, buraya bir de ölü sediri (kline) yerleştirilmiştir
Türbe Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Uzla Köyü’nde, Ülde Mahallesi yakınında kayalara oyulmuş altı mezar odası bulunmaktadır Bu mezarların yapım tarihi konusunda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır Bunlar kayalara oyulmak sureti ile yapılmış olup, bezemesiz ve birer oyuk halindedirler
Kaya Tünelleri (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesinin batısındaki Ilıca Köyü, Arma Mahallesi’nde büyükçe bir kayanın içerisinde bir tünel bulunmaktadır Bu tünel kayanın içerisinde at nalı şeklinde uzanmaktadır Ancak içerisi zamanla moloz ve kayalarla dolduğundan bu tünel ile ilgili yeterli bilgi edinilememektedir
Mercimeklik Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Sarnıç Köyü, Sarnıç Mahallesi’nin 1 km kadar güneyinde bulunan Mercimek Kayası’nda yapılan kazılarda Bizans dönemine ait keramik parçaları ile karşılaşılmıştır Ayrıca kaya üzerinde yapılan araştırmalarda Bizans dönemine tarihlenen madeni bir haç ortaya çıkarılmıştır
Tabaklı Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Maksut Köyü’nün tabaklı Mahallesi’nde bulunan 40 m yüksekliğindeki kaya üzerinde, merdivenlerle çıkılan oyuklar bulunmaktadır
Ağıl Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi, Kayabaşı Köyü’nün güneyindeki kayalar üzerinde, önünde kapılar bulunan bir mezar ile karşılaşılmıştır Kayaya oyulmuş dört basamakla çıkılan girişin önündeki madeni kapılar günümüze gelememiştir
Sipahiler Kaya Mezarları (İhsangazi)
Kastamonu İhsangazi ilçesi Sipahiler Mahallesi Dere Sokağı’nın kenarında, yaklaşık 150 m yüksekliğinde tepe üzerinde kaya mezarları bulunmaktadır
Bu kaya mezarlarının MSV-VIyüzyıllarda yapıldığı sanılmaktadır Kaçak kazılar nedeni ile duvarları tahrip olan bu kaya mezarı birbirlerinden ayrı iki kat halindedir Katlar arasında da bir bağlantı bulunmamaktadır Buradaki mezar odasında yuvarlak bir pencere vadiye bakmaktadır Mezarın altında ikinci bir bölüm bulunmaktadır Bu mezarın içerisinde de duvarların oyulması ile cesetlerin konulduğu yerler açılmıştır
DEFİNE-DEFİNECİLİK-DEFİNE İŞARETLERİ-DEFİNE İŞARET ÇÖZÜMLERİ-DEFİNE HARİTALARI-HAZİNELER-DEDEKTÖR-DEFİNE ARAMA ÇUBUKLARI YAPIMI-MADENLER-TILSIM-GÖMÜ-EŞKİYA BELGELERİ-HÖYÜK-TÜMÜLÜS-ÜNLÜ EŞKİYALAR-ARKEOLOJİ-TARİHTE PARA-TAKILAR-DOĞAL TAŞLAR-MÜZELER-İSLAM-DEFİNE HABERLERİ-MİTOLOJİ-HEYKEL-ANTİKA NÜMİZMATİK-TÜRKİYEDE ARKEOLOJİ-ANTİK BÖLGELER-ANTİK KENTLER-HORASAN-TİCARET YOLLARI-EBCED-İŞARET ÇÖZÜMLERİ-DEFİNE ARAMA YOLLARI-ROMA-BİZANS-GREEK SİKKELERİ HAKKINDA BİLGİLER SADECE DEFİNE ÜZERİNE HER ŞEYDE
21 Kasım 2010 Pazar
BİZANS KAYA MEZARLARI
Kastamonu Antik Çağ’ın Paphlagonia Bölgesi sınırları içerisinde bulunmaktadır Bu bölgede Antik Çağ’dan kalmış kaya mezarları bulunmaktadır Kastamonu Valiliği bu kaya mezarlarının turizm yönünden önem kazanabilmesi için bazılarının çevresindeki yapıları kamulaştırarak çevre düzenlemesi yapmıştır
Ev Kaya Mezarı (Merkez)
Kastamonu’nun en eski kaya mezarı olan bu yapı bugünkü Endüstri Meslek Lisesi yanındaki doğal kaya bloğu üzerinde, zeminden 8 m yükseklikte oyulmuştur MÖVIIyüzyılın başlarına tarihlendirilen bu mezar anıtı Paphlagonialılar tarafından yapılmıştır Mezarın üç ayrı girişi olup, içerisinde de üç ayrı mezar odası bulunmaktadır
Şehinşah Kaya Mezarı (Merkez)
Kastamonu, İsmail Bey Külliyesi’nin bulunduğu, Şeyhinşah Kayası’nın güney yüzünde üç mezar odası bulunmaktadır
Bu mezarların MSIIyüzyılda, Roma döneminde yapılmış oldukları sanılmaktadır Birbirine benzeyen mezar odaları oldukça dar ve kabartmalarla süslü bir girişten sonra derinliği çok fazla olmayan mezar odasına girilmektedir Günümüze iyi bir durumda gelebilmişlerdir
Sarı Yolu Kaya Mezarı (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Sümenler Köyü’nde Sarı Yeri veya Sarı Yolu denilen oldukça sarp bir kayalıkta mezarlar bulunmuştur Üç küçük odadan oluşan bu mezarın ismine kaynaklarda rastlanmamış ve yapım tarihi de kesinlik kazanamamıştır
Toprak İni Mezarları (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Kamana ve Hamitli köyleri arasındaki Sorkun Yaylası’nda bazı mezarları bulunmaktadır Bu mezarlar harç ve tuğla ile yapılmıştır Büyük olasılıkla da Roma ve Bizans dönemlerine ait oldukları sanılmaktadır
Kız Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi, Çengel ve Ekremli köyleri arasındaki Zarı Ovası’na hakim kayalar üzerinde bulunan bu kalıntı bazı kaynaklarda mabet olarak geçmiştir Bu nedenle de kaynaklarda Mihrap Kayası olarak yer almıştır Kayanın 12 m yukarısında, 2 m yüksekliğinde, 1 m enindeki bu mezarın alınlığı üçgen şeklindedir Sütun ve başlıkları ile bu alınlık taşınır olarak kayalara oyulmuştur Alınlığın ortasında yarım metre çapında bir daire bulunmaktadır
Delikli Kaya (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesinin doğusunda, Sabuncular Köyü Sada Mahallesi’nde küçük bir kaya mezarı bulunmaktadır Delikli Kaya denilen bu mezar, yuvarlak kapılı tavanı kubbe şeklinde oyulmuştur Bu mezar odasının yüksekliği 150 mdir
Hacat Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesinin batısındaki Sümenler Köyü’nde Kayadibi Mahallesi’nin yaklaşık 100 m kuzeyindeki Hacat Kayası’nda bir kaya mezarı bulunmaktadır Mezarın kemerli bir giriş kapısı olup, içerisinde 130 m eninde ölü çukuru vardır Bunun sol tarafında ve karşısında birer oda daha bulunmaktadır Bu bölümlerin üzerindeki kayalar kubbe şeklinde oyulmuş ve mezar haline getirilmiştir
Fıstık Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesinde Demirtaş Köyü altındaki Asar Kalesi ile Ören Kayası arasında kayalara oyulmuş mezarlar bulunmaktadır Dışarıdan birer oyuk olarak görülen bu mezarlar hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır
Ruşen Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Höyük Veren Köyü’nde, Ruşen Mahallesi’nde kayalara oyulmuş bir mezar bulunmaktadır Bu mezarın hangi dönemde yapıldığı bilinmemektedir Mezarın içerisi kubbe şeklinde olup, buraya bir de ölü sediri (kline) yerleştirilmiştir
Türbe Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Uzla Köyü’nde, Ülde Mahallesi yakınında kayalara oyulmuş altı mezar odası bulunmaktadır Bu mezarların yapım tarihi konusunda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır Bunlar kayalara oyulmak sureti ile yapılmış olup, bezemesiz ve birer oyuk halindedirler
Kaya Tünelleri (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesinin batısındaki Ilıca Köyü, Arma Mahallesi’nde büyükçe bir kayanın içerisinde bir tünel bulunmaktadır Bu tünel kayanın içerisinde at nalı şeklinde uzanmaktadır Ancak içerisi zamanla moloz ve kayalarla dolduğundan bu tünel ile ilgili yeterli bilgi edinilememektedir
Mercimeklik Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Sarnıç Köyü, Sarnıç Mahallesi’nin 1 km kadar güneyinde bulunan Mercimek Kayası’nda yapılan kazılarda Bizans dönemine ait keramik parçaları ile karşılaşılmıştır Ayrıca kaya üzerinde yapılan araştırmalarda Bizans dönemine tarihlenen madeni bir haç ortaya çıkarılmıştır
Tabaklı Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Maksut Köyü’nün tabaklı Mahallesi’nde bulunan 40 m yüksekliğindeki kaya üzerinde, merdivenlerle çıkılan oyuklar bulunmaktadır
Ağıl Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi, Kayabaşı Köyü’nün güneyindeki kayalar üzerinde, önünde kapılar bulunan bir mezar ile karşılaşılmıştır Kayaya oyulmuş dört basamakla çıkılan girişin önündeki madeni kapılar günümüze gelememiştir
Sipahiler Kaya Mezarları (İhsangazi)
Kastamonu İhsangazi ilçesi Sipahiler Mahallesi Dere Sokağı’nın kenarında, yaklaşık 150 m yüksekliğinde tepe üzerinde kaya mezarları bulunmaktadır
Bu kaya mezarlarının MSV-VIyüzyıllarda yapıldığı sanılmaktadır Kaçak kazılar nedeni ile duvarları tahrip olan bu kaya mezarı birbirlerinden ayrı iki kat halindedir Katlar arasında da bir bağlantı bulunmamaktadır Buradaki mezar odasında yuvarlak bir pencere vadiye bakmaktadır Mezarın altında ikinci bir bölüm bulunmaktadır Bu mezarın içerisinde de duvarların oyulması ile cesetlerin konulduğu yerler açılmıştır
Ev Kaya Mezarı (Merkez)
Kastamonu’nun en eski kaya mezarı olan bu yapı bugünkü Endüstri Meslek Lisesi yanındaki doğal kaya bloğu üzerinde, zeminden 8 m yükseklikte oyulmuştur MÖVIIyüzyılın başlarına tarihlendirilen bu mezar anıtı Paphlagonialılar tarafından yapılmıştır Mezarın üç ayrı girişi olup, içerisinde de üç ayrı mezar odası bulunmaktadır
Şehinşah Kaya Mezarı (Merkez)
Kastamonu, İsmail Bey Külliyesi’nin bulunduğu, Şeyhinşah Kayası’nın güney yüzünde üç mezar odası bulunmaktadır
Bu mezarların MSIIyüzyılda, Roma döneminde yapılmış oldukları sanılmaktadır Birbirine benzeyen mezar odaları oldukça dar ve kabartmalarla süslü bir girişten sonra derinliği çok fazla olmayan mezar odasına girilmektedir Günümüze iyi bir durumda gelebilmişlerdir
Sarı Yolu Kaya Mezarı (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Sümenler Köyü’nde Sarı Yeri veya Sarı Yolu denilen oldukça sarp bir kayalıkta mezarlar bulunmuştur Üç küçük odadan oluşan bu mezarın ismine kaynaklarda rastlanmamış ve yapım tarihi de kesinlik kazanamamıştır
Toprak İni Mezarları (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Kamana ve Hamitli köyleri arasındaki Sorkun Yaylası’nda bazı mezarları bulunmaktadır Bu mezarlar harç ve tuğla ile yapılmıştır Büyük olasılıkla da Roma ve Bizans dönemlerine ait oldukları sanılmaktadır
Kız Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi, Çengel ve Ekremli köyleri arasındaki Zarı Ovası’na hakim kayalar üzerinde bulunan bu kalıntı bazı kaynaklarda mabet olarak geçmiştir Bu nedenle de kaynaklarda Mihrap Kayası olarak yer almıştır Kayanın 12 m yukarısında, 2 m yüksekliğinde, 1 m enindeki bu mezarın alınlığı üçgen şeklindedir Sütun ve başlıkları ile bu alınlık taşınır olarak kayalara oyulmuştur Alınlığın ortasında yarım metre çapında bir daire bulunmaktadır
Delikli Kaya (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesinin doğusunda, Sabuncular Köyü Sada Mahallesi’nde küçük bir kaya mezarı bulunmaktadır Delikli Kaya denilen bu mezar, yuvarlak kapılı tavanı kubbe şeklinde oyulmuştur Bu mezar odasının yüksekliği 150 mdir
Hacat Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesinin batısındaki Sümenler Köyü’nde Kayadibi Mahallesi’nin yaklaşık 100 m kuzeyindeki Hacat Kayası’nda bir kaya mezarı bulunmaktadır Mezarın kemerli bir giriş kapısı olup, içerisinde 130 m eninde ölü çukuru vardır Bunun sol tarafında ve karşısında birer oda daha bulunmaktadır Bu bölümlerin üzerindeki kayalar kubbe şeklinde oyulmuş ve mezar haline getirilmiştir
Fıstık Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesinde Demirtaş Köyü altındaki Asar Kalesi ile Ören Kayası arasında kayalara oyulmuş mezarlar bulunmaktadır Dışarıdan birer oyuk olarak görülen bu mezarlar hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır
Ruşen Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Höyük Veren Köyü’nde, Ruşen Mahallesi’nde kayalara oyulmuş bir mezar bulunmaktadır Bu mezarın hangi dönemde yapıldığı bilinmemektedir Mezarın içerisi kubbe şeklinde olup, buraya bir de ölü sediri (kline) yerleştirilmiştir
Türbe Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Uzla Köyü’nde, Ülde Mahallesi yakınında kayalara oyulmuş altı mezar odası bulunmaktadır Bu mezarların yapım tarihi konusunda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır Bunlar kayalara oyulmak sureti ile yapılmış olup, bezemesiz ve birer oyuk halindedirler
Kaya Tünelleri (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesinin batısındaki Ilıca Köyü, Arma Mahallesi’nde büyükçe bir kayanın içerisinde bir tünel bulunmaktadır Bu tünel kayanın içerisinde at nalı şeklinde uzanmaktadır Ancak içerisi zamanla moloz ve kayalarla dolduğundan bu tünel ile ilgili yeterli bilgi edinilememektedir
Mercimeklik Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Sarnıç Köyü, Sarnıç Mahallesi’nin 1 km kadar güneyinde bulunan Mercimek Kayası’nda yapılan kazılarda Bizans dönemine ait keramik parçaları ile karşılaşılmıştır Ayrıca kaya üzerinde yapılan araştırmalarda Bizans dönemine tarihlenen madeni bir haç ortaya çıkarılmıştır
Tabaklı Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Maksut Köyü’nün tabaklı Mahallesi’nde bulunan 40 m yüksekliğindeki kaya üzerinde, merdivenlerle çıkılan oyuklar bulunmaktadır
Ağıl Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi, Kayabaşı Köyü’nün güneyindeki kayalar üzerinde, önünde kapılar bulunan bir mezar ile karşılaşılmıştır Kayaya oyulmuş dört basamakla çıkılan girişin önündeki madeni kapılar günümüze gelememiştir
Sipahiler Kaya Mezarları (İhsangazi)
Kastamonu İhsangazi ilçesi Sipahiler Mahallesi Dere Sokağı’nın kenarında, yaklaşık 150 m yüksekliğinde tepe üzerinde kaya mezarları bulunmaktadır
Bu kaya mezarlarının MSV-VIyüzyıllarda yapıldığı sanılmaktadır Kaçak kazılar nedeni ile duvarları tahrip olan bu kaya mezarı birbirlerinden ayrı iki kat halindedir Katlar arasında da bir bağlantı bulunmamaktadır Buradaki mezar odasında yuvarlak bir pencere vadiye bakmaktadır Mezarın altında ikinci bir bölüm bulunmaktadır Bu mezarın içerisinde de duvarların oyulması ile cesetlerin konulduğu yerler açılmıştır
BİZANS KAYA MEZARLARI
Kastamonu Antik Çağ’ın Paphlagonia Bölgesi sınırları içerisinde bulunmaktadır Bu bölgede Antik Çağ’dan kalmış kaya mezarları bulunmaktadır Kastamonu Valiliği bu kaya mezarlarının turizm yönünden önem kazanabilmesi için bazılarının çevresindeki yapıları kamulaştırarak çevre düzenlemesi yapmıştır
Ev Kaya Mezarı (Merkez)
Kastamonu’nun en eski kaya mezarı olan bu yapı bugünkü Endüstri Meslek Lisesi yanındaki doğal kaya bloğu üzerinde, zeminden 8 m yükseklikte oyulmuştur MÖVIIyüzyılın başlarına tarihlendirilen bu mezar anıtı Paphlagonialılar tarafından yapılmıştır Mezarın üç ayrı girişi olup, içerisinde de üç ayrı mezar odası bulunmaktadır
Şehinşah Kaya Mezarı (Merkez)
Kastamonu, İsmail Bey Külliyesi’nin bulunduğu, Şeyhinşah Kayası’nın güney yüzünde üç mezar odası bulunmaktadır
Bu mezarların MSIIyüzyılda, Roma döneminde yapılmış oldukları sanılmaktadır Birbirine benzeyen mezar odaları oldukça dar ve kabartmalarla süslü bir girişten sonra derinliği çok fazla olmayan mezar odasına girilmektedir Günümüze iyi bir durumda gelebilmişlerdir
Sarı Yolu Kaya Mezarı (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Sümenler Köyü’nde Sarı Yeri veya Sarı Yolu denilen oldukça sarp bir kayalıkta mezarlar bulunmuştur Üç küçük odadan oluşan bu mezarın ismine kaynaklarda rastlanmamış ve yapım tarihi de kesinlik kazanamamıştır
Toprak İni Mezarları (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Kamana ve Hamitli köyleri arasındaki Sorkun Yaylası’nda bazı mezarları bulunmaktadır Bu mezarlar harç ve tuğla ile yapılmıştır Büyük olasılıkla da Roma ve Bizans dönemlerine ait oldukları sanılmaktadır
Kız Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi, Çengel ve Ekremli köyleri arasındaki Zarı Ovası’na hakim kayalar üzerinde bulunan bu kalıntı bazı kaynaklarda mabet olarak geçmiştir Bu nedenle de kaynaklarda Mihrap Kayası olarak yer almıştır Kayanın 12 m yukarısında, 2 m yüksekliğinde, 1 m enindeki bu mezarın alınlığı üçgen şeklindedir Sütun ve başlıkları ile bu alınlık taşınır olarak kayalara oyulmuştur Alınlığın ortasında yarım metre çapında bir daire bulunmaktadır
Delikli Kaya (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesinin doğusunda, Sabuncular Köyü Sada Mahallesi’nde küçük bir kaya mezarı bulunmaktadır Delikli Kaya denilen bu mezar, yuvarlak kapılı tavanı kubbe şeklinde oyulmuştur Bu mezar odasının yüksekliği 150 mdir
Hacat Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesinin batısındaki Sümenler Köyü’nde Kayadibi Mahallesi’nin yaklaşık 100 m kuzeyindeki Hacat Kayası’nda bir kaya mezarı bulunmaktadır Mezarın kemerli bir giriş kapısı olup, içerisinde 130 m eninde ölü çukuru vardır Bunun sol tarafında ve karşısında birer oda daha bulunmaktadır Bu bölümlerin üzerindeki kayalar kubbe şeklinde oyulmuş ve mezar haline getirilmiştir
Fıstık Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesinde Demirtaş Köyü altındaki Asar Kalesi ile Ören Kayası arasında kayalara oyulmuş mezarlar bulunmaktadır Dışarıdan birer oyuk olarak görülen bu mezarlar hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır
Ruşen Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Höyük Veren Köyü’nde, Ruşen Mahallesi’nde kayalara oyulmuş bir mezar bulunmaktadır Bu mezarın hangi dönemde yapıldığı bilinmemektedir Mezarın içerisi kubbe şeklinde olup, buraya bir de ölü sediri (kline) yerleştirilmiştir
Türbe Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Uzla Köyü’nde, Ülde Mahallesi yakınında kayalara oyulmuş altı mezar odası bulunmaktadır Bu mezarların yapım tarihi konusunda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır Bunlar kayalara oyulmak sureti ile yapılmış olup, bezemesiz ve birer oyuk halindedirler
Kaya Tünelleri (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesinin batısındaki Ilıca Köyü, Arma Mahallesi’nde büyükçe bir kayanın içerisinde bir tünel bulunmaktadır Bu tünel kayanın içerisinde at nalı şeklinde uzanmaktadır Ancak içerisi zamanla moloz ve kayalarla dolduğundan bu tünel ile ilgili yeterli bilgi edinilememektedir
Mercimeklik Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Sarnıç Köyü, Sarnıç Mahallesi’nin 1 km kadar güneyinde bulunan Mercimek Kayası’nda yapılan kazılarda Bizans dönemine ait keramik parçaları ile karşılaşılmıştır Ayrıca kaya üzerinde yapılan araştırmalarda Bizans dönemine tarihlenen madeni bir haç ortaya çıkarılmıştır
Tabaklı Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Maksut Köyü’nün tabaklı Mahallesi’nde bulunan 40 m yüksekliğindeki kaya üzerinde, merdivenlerle çıkılan oyuklar bulunmaktadır
Ağıl Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi, Kayabaşı Köyü’nün güneyindeki kayalar üzerinde, önünde kapılar bulunan bir mezar ile karşılaşılmıştır Kayaya oyulmuş dört basamakla çıkılan girişin önündeki madeni kapılar günümüze gelememiştir
Sipahiler Kaya Mezarları (İhsangazi)
Kastamonu İhsangazi ilçesi Sipahiler Mahallesi Dere Sokağı’nın kenarında, yaklaşık 150 m yüksekliğinde tepe üzerinde kaya mezarları bulunmaktadır
Bu kaya mezarlarının MSV-VIyüzyıllarda yapıldığı sanılmaktadır Kaçak kazılar nedeni ile duvarları tahrip olan bu kaya mezarı birbirlerinden ayrı iki kat halindedir Katlar arasında da bir bağlantı bulunmamaktadır Buradaki mezar odasında yuvarlak bir pencere vadiye bakmaktadır Mezarın altında ikinci bir bölüm bulunmaktadır Bu mezarın içerisinde de duvarların oyulması ile cesetlerin konulduğu yerler açılmıştır
Ev Kaya Mezarı (Merkez)
Kastamonu’nun en eski kaya mezarı olan bu yapı bugünkü Endüstri Meslek Lisesi yanındaki doğal kaya bloğu üzerinde, zeminden 8 m yükseklikte oyulmuştur MÖVIIyüzyılın başlarına tarihlendirilen bu mezar anıtı Paphlagonialılar tarafından yapılmıştır Mezarın üç ayrı girişi olup, içerisinde de üç ayrı mezar odası bulunmaktadır
Şehinşah Kaya Mezarı (Merkez)
Kastamonu, İsmail Bey Külliyesi’nin bulunduğu, Şeyhinşah Kayası’nın güney yüzünde üç mezar odası bulunmaktadır
Bu mezarların MSIIyüzyılda, Roma döneminde yapılmış oldukları sanılmaktadır Birbirine benzeyen mezar odaları oldukça dar ve kabartmalarla süslü bir girişten sonra derinliği çok fazla olmayan mezar odasına girilmektedir Günümüze iyi bir durumda gelebilmişlerdir
Sarı Yolu Kaya Mezarı (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Sümenler Köyü’nde Sarı Yeri veya Sarı Yolu denilen oldukça sarp bir kayalıkta mezarlar bulunmuştur Üç küçük odadan oluşan bu mezarın ismine kaynaklarda rastlanmamış ve yapım tarihi de kesinlik kazanamamıştır
Toprak İni Mezarları (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Kamana ve Hamitli köyleri arasındaki Sorkun Yaylası’nda bazı mezarları bulunmaktadır Bu mezarlar harç ve tuğla ile yapılmıştır Büyük olasılıkla da Roma ve Bizans dönemlerine ait oldukları sanılmaktadır
Kız Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi, Çengel ve Ekremli köyleri arasındaki Zarı Ovası’na hakim kayalar üzerinde bulunan bu kalıntı bazı kaynaklarda mabet olarak geçmiştir Bu nedenle de kaynaklarda Mihrap Kayası olarak yer almıştır Kayanın 12 m yukarısında, 2 m yüksekliğinde, 1 m enindeki bu mezarın alınlığı üçgen şeklindedir Sütun ve başlıkları ile bu alınlık taşınır olarak kayalara oyulmuştur Alınlığın ortasında yarım metre çapında bir daire bulunmaktadır
Delikli Kaya (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesinin doğusunda, Sabuncular Köyü Sada Mahallesi’nde küçük bir kaya mezarı bulunmaktadır Delikli Kaya denilen bu mezar, yuvarlak kapılı tavanı kubbe şeklinde oyulmuştur Bu mezar odasının yüksekliği 150 mdir
Hacat Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesinin batısındaki Sümenler Köyü’nde Kayadibi Mahallesi’nin yaklaşık 100 m kuzeyindeki Hacat Kayası’nda bir kaya mezarı bulunmaktadır Mezarın kemerli bir giriş kapısı olup, içerisinde 130 m eninde ölü çukuru vardır Bunun sol tarafında ve karşısında birer oda daha bulunmaktadır Bu bölümlerin üzerindeki kayalar kubbe şeklinde oyulmuş ve mezar haline getirilmiştir
Fıstık Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesinde Demirtaş Köyü altındaki Asar Kalesi ile Ören Kayası arasında kayalara oyulmuş mezarlar bulunmaktadır Dışarıdan birer oyuk olarak görülen bu mezarlar hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır
Ruşen Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Höyük Veren Köyü’nde, Ruşen Mahallesi’nde kayalara oyulmuş bir mezar bulunmaktadır Bu mezarın hangi dönemde yapıldığı bilinmemektedir Mezarın içerisi kubbe şeklinde olup, buraya bir de ölü sediri (kline) yerleştirilmiştir
Türbe Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Uzla Köyü’nde, Ülde Mahallesi yakınında kayalara oyulmuş altı mezar odası bulunmaktadır Bu mezarların yapım tarihi konusunda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır Bunlar kayalara oyulmak sureti ile yapılmış olup, bezemesiz ve birer oyuk halindedirler
Kaya Tünelleri (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesinin batısındaki Ilıca Köyü, Arma Mahallesi’nde büyükçe bir kayanın içerisinde bir tünel bulunmaktadır Bu tünel kayanın içerisinde at nalı şeklinde uzanmaktadır Ancak içerisi zamanla moloz ve kayalarla dolduğundan bu tünel ile ilgili yeterli bilgi edinilememektedir
Mercimeklik Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Sarnıç Köyü, Sarnıç Mahallesi’nin 1 km kadar güneyinde bulunan Mercimek Kayası’nda yapılan kazılarda Bizans dönemine ait keramik parçaları ile karşılaşılmıştır Ayrıca kaya üzerinde yapılan araştırmalarda Bizans dönemine tarihlenen madeni bir haç ortaya çıkarılmıştır
Tabaklı Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi Maksut Köyü’nün tabaklı Mahallesi’nde bulunan 40 m yüksekliğindeki kaya üzerinde, merdivenlerle çıkılan oyuklar bulunmaktadır
Ağıl Kayası (Azdavay)
Kastamonu Azdavay ilçesi, Kayabaşı Köyü’nün güneyindeki kayalar üzerinde, önünde kapılar bulunan bir mezar ile karşılaşılmıştır Kayaya oyulmuş dört basamakla çıkılan girişin önündeki madeni kapılar günümüze gelememiştir
Sipahiler Kaya Mezarları (İhsangazi)
Kastamonu İhsangazi ilçesi Sipahiler Mahallesi Dere Sokağı’nın kenarında, yaklaşık 150 m yüksekliğinde tepe üzerinde kaya mezarları bulunmaktadır
Bu kaya mezarlarının MSV-VIyüzyıllarda yapıldığı sanılmaktadır Kaçak kazılar nedeni ile duvarları tahrip olan bu kaya mezarı birbirlerinden ayrı iki kat halindedir Katlar arasında da bir bağlantı bulunmamaktadır Buradaki mezar odasında yuvarlak bir pencere vadiye bakmaktadır Mezarın altında ikinci bir bölüm bulunmaktadır Bu mezarın içerisinde de duvarların oyulması ile cesetlerin konulduğu yerler açılmıştır
AĞAÇLARA YAPILAN DEFİNE İŞARETLERİ
AĞAÇLAR
Define ararken sık sık ağaçlarla karşılaşabiliriz. Peki ağaçlar işaret midir? Ağaçlar definesini saklamış ve daha sonra istediği zaman dönüp bulmak isteyen birisi için ideal bir işaret olurdu değil mi? Define ararken uzunömürlü bir ağaç ile karşılaşırsak, şöyle birkaç bin yıllık, hemen ağaca bakalım herhangi bir bıçak izi var mı, çivi vb. birşey çakılmış mı, dikkat çeken herhangi birdefine işaretleri olabilecek işaret var mı? Ya da ağacın bir tarafı diğer kısmına göre çok mu gür? Uzun ömürlü ağaçlar meşe, çınar gibi ağaçlardır. Eğer ağaç, define işaretleri nden biriolarak kullanılmışsa ağacı merkez alarak 30 m. yarıçaplı bir çember çizeriz, definenin bu çemberin içinde 3-5 m. derinlikte olma ihtimali büyüktür. Dedektör ile arama yapılması tavsiye edilir.
uzun ömürlü ağaçlar( kestane, ceviz, incir, çınar) direkt işaret belirtmesede asıl işareti bulmak için yardımcı nokta olarak seçilebilir. bu ağaçların olduğu bölgeler emaneti saklamak için seçilebilir
Define ararken sık sık ağaçlarla karşılaşabiliriz. Peki ağaçlar işaret midir? Ağaçlar definesini saklamış ve daha sonra istediği zaman dönüp bulmak isteyen birisi için ideal bir işaret olurdu değil mi? Define ararken uzunömürlü bir ağaç ile karşılaşırsak, şöyle birkaç bin yıllık, hemen ağaca bakalım herhangi bir bıçak izi var mı, çivi vb. birşey çakılmış mı, dikkat çeken herhangi birdefine işaretleri olabilecek işaret var mı? Ya da ağacın bir tarafı diğer kısmına göre çok mu gür? Uzun ömürlü ağaçlar meşe, çınar gibi ağaçlardır. Eğer ağaç, define işaretleri nden biriolarak kullanılmışsa ağacı merkez alarak 30 m. yarıçaplı bir çember çizeriz, definenin bu çemberin içinde 3-5 m. derinlikte olma ihtimali büyüktür. Dedektör ile arama yapılması tavsiye edilir.
uzun ömürlü ağaçlar( kestane, ceviz, incir, çınar) direkt işaret belirtmesede asıl işareti bulmak için yardımcı nokta olarak seçilebilir. bu ağaçların olduğu bölgeler emaneti saklamak için seçilebilir
Gelinkaya efsanesi
Sis Dağı, çevre halkıyla nerdeyse bütünleşmiş, onların günlük yaşamının bir parçası durumuna gelmiştir. Halk söylenceleri, efsaneler de Sis Dağı'ndan izler taşır. Bunlardan birisi de "Gelinkaya Efsanesi"dir:
gelinkaya, Sis Dağı'nın güneybatısında,Giresun'un Görele ilçesinin 30 km güneyindedir. Kuşköy'ün doğusundaki yamaçlarda bulunan doğal bir engebedir. Bu doğal kaya- engebe, Sis Dağı'nın yamacına yaslanmış, 30-40 m yükseklikte ve bebeğini sırtında taşıyan bir kadın görünümündedir. Halk arasındaki yaygın söylencesi şöyledir:
Uzun mu uzun, ama çok çok uzun yıllar önce, güzel bir gelin varmış. Bu gelinin, çok sevdiği kocasıyla bir de çocuğu varmış. Karı kocayla birlikte oturan bir de yaşlı kaynana varmış. Bu ailenin geçimi, hayvancılığa dayalıymış, küçük baş, büyük baş hayvan besliyorlar, çobanlık yapıyorlarmış. Yaşlı kaynana, karı - koca - çocuk üçgeninden oluşan bu mutlu ailenin mutluluğunu gölgeliyormuş. Kaynana çok titiz, kavgacı, yüzü gülmez, gürültücü, sert ve geçimsiz birisiymiş. Cadaloz, yöresel deyişle 'acuze'nin tekiymiş. Hele hele genç gelinine karşı çok sert, kırıcı ve acımasızmış. Genç gelin, çoktan bu yaşlı acuzeyi terkedip gidermiş ya, ne var ki kocasını ve çocuğunu çok seviyormuş. Bu sevginin verdiği güçle, kaynanasının baskı ve işkencelerini göğüslemeye çalışıyormuş.
Günlerden bir gün, genç gelin, yanında çocuğuyla birlikte, Sis Dağı'nın yamaçlarına inekleri otlatmaya gitmiş. İneklerden biri, Sarıkız diye adlandırılan, çok hoyrat, dikbaşlı, ötekilere uymayan, onlardan ayrılıp ormanın derinliklerine giden bir hayvanmış. Genç gelin, bebeğini avutup emzirirken, Sarıkız kaşla göz arasında yok olmuş. Öteki sığırlardan ayrılıp, ormanın derinliklerinde yitip gitmiş. Gelin, neden sonra ineğin yokluğunu, yittiğini farketmiş, aramaya başlamış.
Genç gelin, Sarıkız'ı bulabilmek için Sis Dağı'nı dolanıp durmuş, her yanı aramış. Ama yok, yok, yok. Yer yarılmış da sanki Sarıkız onun içine girmiş, aramadık yer bırakmamış, ama yine yok. Akşam yaklaştıkça, gelinin yüreğini korkular daha çok sarmış. Hem de bu kez, iki kat korkmaya başlamış: eve gitse, ineksiz, Sarıkız'sız nasıl gidecek? Burda, ormanda kalsa, börtü böceğin, kurdun kuşun elinde nasıl kalacak? İşte böyle, iki katlı, iki yanlı korkular kaplamış körpecik yüreğini. Tanrının günü kendisiyle kavga, gürültü yapan kaynanaya yeni silahlar verecekti. İşte bu nedenle, gelinin yüreğinde kat kat korkular yığılmış. Öyle korkular yığılmış ki "Sis Dağı kadar." Eve gitmesi de , ormanda gecelemesi de olanaksızmış. Ne yapsın?
Umarsız, çıkar yol bulamayan genç gelin, çocuğu sırtında, bir süre daha ormanda dolanmış aramış. Hiçbir şey, hiçbir iz bulamamış, ağlamış, gözyaşları akan derelere karışmış. Karanlık bir iyice bastırıp, gecenin yüreklere korku veren sessizliği çökmüş, her yanı kaplamış. Korku, nerdeyse elle tutulur olmuş, gelinin tüm dokularına işlemiş. Artık yapabileceği hiçbir şey yokmuş. Son bir çabayla, "Tanrım, ya beni kuş et uçur, ya da taş et dondur." Diye yakarmış. Gelinin yalvarışları kabul olunmuş, o anda taş olup donmuş, öylece, sırtındaki çocuğuyla kalakalmış.
İşte o gün bu gündür, Sis Dağı'nın yamacına yaslanmış olan gelinkaya, sırtında çocuğuyla, gelip geçenlere, binlerce yıl ötesinden, kendi öyküsünü anlatıp durur.
gelinkaya, Sis Dağı'nın güneybatısında,Giresun'un Görele ilçesinin 30 km güneyindedir. Kuşköy'ün doğusundaki yamaçlarda bulunan doğal bir engebedir. Bu doğal kaya- engebe, Sis Dağı'nın yamacına yaslanmış, 30-40 m yükseklikte ve bebeğini sırtında taşıyan bir kadın görünümündedir. Halk arasındaki yaygın söylencesi şöyledir:
Uzun mu uzun, ama çok çok uzun yıllar önce, güzel bir gelin varmış. Bu gelinin, çok sevdiği kocasıyla bir de çocuğu varmış. Karı kocayla birlikte oturan bir de yaşlı kaynana varmış. Bu ailenin geçimi, hayvancılığa dayalıymış, küçük baş, büyük baş hayvan besliyorlar, çobanlık yapıyorlarmış. Yaşlı kaynana, karı - koca - çocuk üçgeninden oluşan bu mutlu ailenin mutluluğunu gölgeliyormuş. Kaynana çok titiz, kavgacı, yüzü gülmez, gürültücü, sert ve geçimsiz birisiymiş. Cadaloz, yöresel deyişle 'acuze'nin tekiymiş. Hele hele genç gelinine karşı çok sert, kırıcı ve acımasızmış. Genç gelin, çoktan bu yaşlı acuzeyi terkedip gidermiş ya, ne var ki kocasını ve çocuğunu çok seviyormuş. Bu sevginin verdiği güçle, kaynanasının baskı ve işkencelerini göğüslemeye çalışıyormuş.
Günlerden bir gün, genç gelin, yanında çocuğuyla birlikte, Sis Dağı'nın yamaçlarına inekleri otlatmaya gitmiş. İneklerden biri, Sarıkız diye adlandırılan, çok hoyrat, dikbaşlı, ötekilere uymayan, onlardan ayrılıp ormanın derinliklerine giden bir hayvanmış. Genç gelin, bebeğini avutup emzirirken, Sarıkız kaşla göz arasında yok olmuş. Öteki sığırlardan ayrılıp, ormanın derinliklerinde yitip gitmiş. Gelin, neden sonra ineğin yokluğunu, yittiğini farketmiş, aramaya başlamış.
Genç gelin, Sarıkız'ı bulabilmek için Sis Dağı'nı dolanıp durmuş, her yanı aramış. Ama yok, yok, yok. Yer yarılmış da sanki Sarıkız onun içine girmiş, aramadık yer bırakmamış, ama yine yok. Akşam yaklaştıkça, gelinin yüreğini korkular daha çok sarmış. Hem de bu kez, iki kat korkmaya başlamış: eve gitse, ineksiz, Sarıkız'sız nasıl gidecek? Burda, ormanda kalsa, börtü böceğin, kurdun kuşun elinde nasıl kalacak? İşte böyle, iki katlı, iki yanlı korkular kaplamış körpecik yüreğini. Tanrının günü kendisiyle kavga, gürültü yapan kaynanaya yeni silahlar verecekti. İşte bu nedenle, gelinin yüreğinde kat kat korkular yığılmış. Öyle korkular yığılmış ki "Sis Dağı kadar." Eve gitmesi de , ormanda gecelemesi de olanaksızmış. Ne yapsın?
Umarsız, çıkar yol bulamayan genç gelin, çocuğu sırtında, bir süre daha ormanda dolanmış aramış. Hiçbir şey, hiçbir iz bulamamış, ağlamış, gözyaşları akan derelere karışmış. Karanlık bir iyice bastırıp, gecenin yüreklere korku veren sessizliği çökmüş, her yanı kaplamış. Korku, nerdeyse elle tutulur olmuş, gelinin tüm dokularına işlemiş. Artık yapabileceği hiçbir şey yokmuş. Son bir çabayla, "Tanrım, ya beni kuş et uçur, ya da taş et dondur." Diye yakarmış. Gelinin yalvarışları kabul olunmuş, o anda taş olup donmuş, öylece, sırtındaki çocuğuyla kalakalmış.
İşte o gün bu gündür, Sis Dağı'nın yamacına yaslanmış olan gelinkaya, sırtında çocuğuyla, gelip geçenlere, binlerce yıl ötesinden, kendi öyküsünü anlatıp durur.
Sis Dağı, çevre halkıyla nerdeyse bütünleşmiş, onların günlük yaşamının bir parçası durumuna gelmiştir. Halk söylenceleri, efsaneler de Sis Dağı'ndan izler taşır. Bunlardan birisi de "Gelinkaya Efsanesi"dir: gelinkaya, Sis Dağı'nın güneybatısında,Giresun'un Görele ilçesinin 30 km güneyindedir. Kuşköy'ün doğusundaki yamaçlarda bulunan doğal bir engebedir. Bu doğal kaya- engebe, Sis Dağı'nın yamacına yaslanmış, 30-40 m yükseklikte ve bebeğini sırtında taşıyan bir kadın görünümündedir. Halk arasındaki yaygın söylencesi şöyledir: Uzun mu uzun, ama çok çok uzun yıllar önce, güzel bir gelin varmış. Bu gelinin, çok sevdiği kocasıyla bir de çocuğu varmış. Karı kocayla birlikte oturan bir de yaşlı kaynana varmış. Bu ailenin geçimi, hayvancılığa dayalıymış, küçük baş, büyük baş hayvan besliyorlar, çobanlık yapıyorlarmış. Yaşlı kaynana, karı - koca - çocuk üçgeninden oluşan bu mutlu ailenin mutluluğunu gölgeliyormuş. Kaynana çok titiz, kavgacı, yüzü gülmez, gürültücü, sert ve geçimsiz birisiymiş. Cadaloz, yöresel deyişle 'acuze'nin tekiymiş. Hele hele genç gelinine karşı çok sert, kırıcı ve acımasızmış. Genç gelin, çoktan bu yaşlı acuzeyi terkedip gidermiş ya, ne var ki kocasını ve çocuğunu çok seviyormuş. Bu sevginin verdiği güçle, kaynanasının baskı ve işkencelerini göğüslemeye çalışıyormuş. Günlerden bir gün, genç gelin, yanında çocuğuyla birlikte, Sis Dağı'nın yamaçlarına inekleri otlatmaya gitmiş. İneklerden biri, Sarıkız diye adlandırılan, çok hoyrat, dikbaşlı, ötekilere uymayan, onlardan ayrılıp ormanın derinliklerine giden bir hayvanmış. Genç gelin, bebeğini avutup emzirirken, Sarıkız kaşla göz arasında yok olmuş. Öteki sığırlardan ayrılıp, ormanın derinliklerinde yitip gitmiş. Gelin, neden sonra ineğin yokluğunu, yittiğini farketmiş, aramaya başlamış. Genç gelin, Sarıkız'ı bulabilmek için Sis Dağı'nı dolanıp durmuş, her yanı aramış. Ama yok, yok, yok. Yer yarılmış da sanki Sarıkız onun içine girmiş, aramadık yer bırakmamış, ama yine yok. Akşam yaklaştıkça, gelinin yüreğini korkular daha çok sarmış. Hem de bu kez, iki kat korkmaya başlamış: eve gitse, ineksiz, Sarıkız'sız nasıl gidecek? Burda, ormanda kalsa, börtü böceğin, kurdun kuşun elinde nasıl kalacak? İşte böyle, iki katlı, iki yanlı korkular kaplamış körpecik yüreğini. Tanrının günü kendisiyle kavga, gürültü yapan kaynanaya yeni silahlar verecekti. İşte bu nedenle, gelinin yüreğinde kat kat korkular yığılmış. Öyle korkular yığılmış ki "Sis Dağı kadar." Eve gitmesi de , ormanda gecelemesi de olanaksızmış. Ne yapsın? Umarsız, çıkar yol bulamayan genç gelin, çocuğu sırtında, bir süre daha ormanda dolanmış aramış. Hiçbir şey, hiçbir iz bulamamış, ağlamış, gözyaşları akan derelere karışmış. Karanlık bir iyice bastırıp, gecenin yüreklere korku veren sessizliği çökmüş, her yanı kaplamış. Korku, nerdeyse elle tutulur olmuş, gelinin tüm dokularına işlemiş. Artık yapabileceği hiçbir şey yokmuş. Son bir çabayla, "Tanrım, ya beni kuş et uçur, ya da taş et dondur." Diye yakarmış. Gelinin yalvarışları kabul olunmuş, o anda taş olup donmuş, öylece, sırtındaki çocuğuyla kalakalmış. İşte o gün bu gündür, Sis Dağı'nın yamacına yaslanmış olan gelinkaya, sırtında çocuğuyla, gelip geçenlere, binlerce yıl ötesinden, kendi öyküsünü anlatıp durur.
AVENTURİN TAŞI
AVENTURİN TAŞI
Sertlik Derecesi : 7
Kimyasal Yapısı : SiO2
Özgül Ağırlığı : 2,65
Burçlar : İkizler, Başak, Terazi
Çakralar : Güneş sinirağı, Kalp, Alın
Temizleme :
Yükleme :
Kısaca
Kuvarsın yeşil, turuncu ve mavi tonlarında bulunan bir türüdür.
Aventurin
(Aventurin Kuvarsı)
Aventurine, “Genel olarak yeşil tonlarında bulunur ve bu nedenle aventurin denildiğinde akla ilk olarak yeşil aventurin gelir. Ancak mavi ve turuncu tonlarında da bulunabilmektedir.” Aventurin Taşının
Fiziksel Etkileri
Fiziksel gücü ve canlılığı artırır.
Özellikle kalp sağlığı için olumlu etkileri olan bir taştır. Strese karşı kullanılabilir.
Aventurin Taşının
Metafiziksel ve Psikolojik Etkileri
Duygusal bakımdan dengeleyicidir ve depresyona karşı etkilidir.
Kendinizi mutlu hissetmek için kullanabileceğiniz bir taştır.
Şans taşı olarak kabul edilir.
Bazı kaynaklarda turuncu aventurin konusunda yanlış anlaşılmalara neden olabilecek şu şekilde bir bilgi verilmekte; iki çeşit (turuncu) aventurin olduğu ve birisinin kuvars grubuna ait olup turuncu aventurin olarak bilindiği, diğerinin ise feldspar olup güneştaşı olarak bilindiği ve bu ikisinin karıştırılabileceği söyleniyor. Feldspar olan güneştaşı aventurinden ayrı bir taştır ve aventurin ile aynı grupta değildir. Aventurin bir kuvarstır ve rengine bağlı olmaksızın tüm renkleri için kimyasal formulü SiO2'dir. Güneştaşı ise hem fiziksel görünüş hem de kimyasal formulü bakımından farklıdır: (Na,Ca)(Si,Al)4O8. Dolayısıyla karıştırılmasına imkan yoktur. Sadece taşları yeni tanımakta olan birisi bu taşları birbirine karıştırabilir.
Sertlik Derecesi : 7
Kimyasal Yapısı : SiO2
Özgül Ağırlığı : 2,65
Burçlar : İkizler, Başak, Terazi
Çakralar : Güneş sinirağı, Kalp, Alın
Temizleme :
Yükleme :
Kısaca
Kuvarsın yeşil, turuncu ve mavi tonlarında bulunan bir türüdür.
Aventurin
(Aventurin Kuvarsı)
Aventurine, “Genel olarak yeşil tonlarında bulunur ve bu nedenle aventurin denildiğinde akla ilk olarak yeşil aventurin gelir. Ancak mavi ve turuncu tonlarında da bulunabilmektedir.” Aventurin Taşının
Fiziksel Etkileri
Fiziksel gücü ve canlılığı artırır.
Özellikle kalp sağlığı için olumlu etkileri olan bir taştır. Strese karşı kullanılabilir.
Aventurin Taşının
Metafiziksel ve Psikolojik Etkileri
Duygusal bakımdan dengeleyicidir ve depresyona karşı etkilidir.
Kendinizi mutlu hissetmek için kullanabileceğiniz bir taştır.
Şans taşı olarak kabul edilir.
Bazı kaynaklarda turuncu aventurin konusunda yanlış anlaşılmalara neden olabilecek şu şekilde bir bilgi verilmekte; iki çeşit (turuncu) aventurin olduğu ve birisinin kuvars grubuna ait olup turuncu aventurin olarak bilindiği, diğerinin ise feldspar olup güneştaşı olarak bilindiği ve bu ikisinin karıştırılabileceği söyleniyor. Feldspar olan güneştaşı aventurinden ayrı bir taştır ve aventurin ile aynı grupta değildir. Aventurin bir kuvarstır ve rengine bağlı olmaksızın tüm renkleri için kimyasal formulü SiO2'dir. Güneştaşı ise hem fiziksel görünüş hem de kimyasal formulü bakımından farklıdır: (Na,Ca)(Si,Al)4O8. Dolayısıyla karıştırılmasına imkan yoktur. Sadece taşları yeni tanımakta olan birisi bu taşları birbirine karıştırabilir.
DEFİNEDE TILSIM ÇEŞİTLERİ
Hayvansal Tılsımlar
Tavşan Ayağı : İlginç bir tılsım daha. Hem de en popüler tılsımlardan biri. 20.yy'ın başlarında bu şöhreti yakalayan tavşan ayağı tılsımı için bir çok yerde bir dolu rivayetler üretilmiştir. Kimi "tavşanın ayağı uğurlu olsaydı, tavşana da uğur getirirdi, bakın şimdi o üç ayaklı bir tavşan" dedi, kimi hayvan haklarından bahsetti ve bunun bir katliam olduğunu savundu, kimi de onun uğuruna yürekten bağlandı ve onu en uğurlu uğuru saydı. Ama var olan bir gerçek, tavşan ayağının bir tılsım olarak kullanılıyor olmasıydı. Tılsım kaybetmek uğursuzluk sayılır ama, tavşan ayağı tılsımını kaybetmek kimilerine göre ölüm, zamansız bir felaket, kimilerine göre de çok büyük bir şanssızlık olarak algılanırdı.
Boynuz : Boynuzlar bugüne kadar birçok toplumda kah üzerinde taşımak, kah bir yere asmak suretiyle yaygın olarak kullanılan tılsımlardandır. Boğanın iriliği, vahşiliği gücü temsil ederken, çiftleşmesi doğurganlığı, çifte koşulması da bereketi temsil ettiği inancı onu bir tanrıya dönüştürür ve Antik çağ toplumları için bu durum ideal bir koruyuculuk timsali teşkil eder. Bir damına asılan ya da duvarına yerleştirilen bir boynuz o evin koruma altında olduğu inancını insanlara aşılar. Bugün altın ve gümüşten yapılan küçük ve tek bir boynuz bir zincirin ucunda boyuna asılır ve cinsel iktidar sembolü olarak kabul edilir.
Deniz kabukları : Bilinen koruyucu tılsımların en eskisi olan deniz kabuklarının 20 bin yıl öncelerine dayanan bir tarihi vardır. Deniz kabukları dünyanın bir çok yerinde tılsım olarak kullanıldıkları gibi, süs eşyası olarak da çok yaygındırlar. Deniz kabuklarını eskiden beri bir çok şeyle ilişkilendiren insanoğlu, onu hem nazara karşı koruyucu olarak, hem de doğurganlığı temsil edici olarak kullanmışlardır. Onların yumurta biçimli şekilleri gözü hatırlattığından, cesetlerin göz yuvalarına yerleştirilirdi. Bunda amaç, ölünün öte dünyayı çürümeyen gözlerle görmesini sağlamaktı. Bu çok yaygın bir gelenek olarak bilinir. Deniz kabuğunun kadın cinsel organına benzetilen yarık kısmından dolayı,bazı eski metinler onu dişi yaşam kapısı olarak adlandırır. O güçlü bir doğurganlık sembolü olarak ve de bir tılsım olarak, doğum sancıları ve kısırlığa karşı kullanılırdı. Kimi Asya ve Afrika ülkelerinde deniz kabukları hayvanların koşum aksesuarlarına takılarak onları nazardan korumak için de kullanılmıştır. Deniz kabuklarının takı olarak kullanılmasından sonra, bunların altın ve gümüşten olan taklitleri de yapılarak çok güzel birer süs eşyası olarak günümüzde de kullanılmaktadır. Bunların mavi sırlı topraktan, akik ve kuvarstan da yapılanları mevcuttur.
Baykuşlu Tılsımlar : Kem gözlere karşı en iyi koruyucunun yine bir başka göz olduğu varsayımıyla tasarlanan baykuş şeklindeki tılsımlar, en çok küçük bir Akdeniz adası olan Minorka'da kullanılmaktadır. En dikkat çekici özelliği gözlerin olduğu bu baykuş şeklindeki koruyucu tılsım, camdan veya metalden yapılır. Bugün bile hala popülerliğini koruyan baykuş tılsımlarının, Minorka'da evleri de büyük felaketlerden koruduğuna inanılır. Baykuşun uğursuz bir hayvan olarak bilinmesi, bu tılsımın pek fazla rağbet görmemesine yol açan en önemli etken olarak değer kazanır. Onun koruyucu rolü, pek çoklarına göre evrensel değildir. Çünkü o, gecenin şeytani yaratığı olarak bilinir.
Köpekbalığı Dişi (Aziz Paul'ün Dili) : Kökeni Ortaçağlara dayanan ve günümüzde bile hem süs eşyası hem de koruyucu olarak kullanılabilen bir tılsım olan Köpekbalığı dişi ya da Aziz Paul'ün Dilinin, bir çok korumayı gerçekleştirdiğine inanılırdı. Bu tılsımın bu adı almasındaki nedene gelince ; Şiddetli bir fırtınada gemisi küçük bir adaya sürüklenen Aziz Paul, karaya çıkınca bir yılanın ısırmasına maruz kalır. O da buna tepki olarak o adayı kutsadı ve yılanlarına lanet okudu. O anda adadaki tüm yılanlar zehirlerini kaybettiler ve zararsız birer hayvan oldular. Bu yılanların zamanla ölmesi kayaların içinde fosilleşen üçgen şeklindeki dişleri ada halkı tarafından Aziz Paul'ün Dili olarak adlandırıldı ve bulundukları yerden çıkartılarak, üzerlerine altın, gümüş gibi montürler yerleştirildi ve kolye, gerdanlık, küpe gibi eşyalar haline sokuldular. Ama bunların aslında yılan dilleri değil, zamanla kayalarda fosilleşen köpekbalıklarının dişleri olduğu , çok sonra ortaya çıkacaktı.
Diş ve Tırnaklardan yapılan Tılsımlar : Genelde ilkel toplumlardaki yerliler tarafından avlanan hayvanların diş ya da pençe ve tırnakları çok güçlü bir tılsım olarak görülürdü. Buna sebep olarak da hayvanlardaki o müthiş gücün, bu tılsımı kullananlara da geçeceğine inanılmasıydı. Ayı dişleri, bir kaplanın pençesi, bir kurt dişi, yaban domuzu ya da fil dişi çok rağbet gören, her birinin ayrı ayrı koruyucu bir güç yüklendiği tılsımlardı. Mesela bir ayı pençesi, doğum sırasında kadının en büyük yardımcısı olarak görülürdü. Ya da bir kurt dişi bebekleri korkulardan uzaklaştırır ve dişlerinin ağrılarını keser diye bilinirdi. İskandinav ırklarının bir çoğunda kutsal bir hayvan olarak bilinen Boz ayının pençesi, hayvanda bulunan o büyük gücün ve cesaretin tılsımı taşıyana yansıyacağı anlamı taşırdı. Bugün, bir kaplan dişi ya da pençesi, kumarbazların çok inandıkları bir uğur tılsımıdır.
Balık Tılsımları : Yüzlerce yıl Hıristiyan dininin sembolü olan balık, haçın kabul görmesinden sonra bu itibarını yitirerek yerini haça bırakmıştı. Asırlar sonra, 20. yy' da balık tekrar ortaya çıkarak, eski unvanına sahip olmaya başladı. Balık yüzyıllar boyunca cinsel bir sembol olarak ve Büyük Tanrıçanın üreme organlarını temsil eden bir simge olarak görüldü. Eski çağlarda böyle bilinen balık, Hıristiyan olmayan ülkelerde hala kısırlığa ve cinselliğe yardımcı bir tılsım olarak kullanılmaktadır. Kimileri balık tılsımları için " şeytandan korumasa bile taşıyanı cinsel yönden zevk alarak yaşamasını sağlayacak bir tılsımdır." derler. Balık tılsımları, Kuzey Afrika ülkelerinin bir kısmında şans getirmeleri ve cinleri, kötü ruhları uzaklaştırsın diye dükkan önlerine asılırlardı.
Yılan Figürlü Tılsımlar : Çelişkilerin hayvanı yılan, aynı zamanda da iyi bir koruyucu. Birçoğumuzun korktuğu, adının geçmesinin bile insanları ürperttiği yılan , Çağlar boyunca önemli bir tılsım simgesi olarak kullanılmıştır. Yılan şeklinde dolanmış yüzükler, yılan figürlü bilezikler ve kolyeler altınla birleşerek takı dünyasında önemli bir yer kaplamışlardır. Yılanlı tılsımların, hastalıklara karşı çok kuvvetli bir tesiri olduğu bilinirdi. Yılanı ölümsüzlük sembolü olarak da gören toplumlar vardır. Bugün Tıp dünyası bile bilinen bu ölümsüzlük yakıştırmasından dolayı yılanı amblem olarak seçmiştir.
Kedi : Bir patisi havada, oturan ve adeta birini çağıran pozda bir kedi düşünün! İşte bu Japonya'nın en gözde uğuru olan Neko'dur. Sahibine şans getiren ve kötü talihi uzaklaştırır diye bilinen bu kedi tılsımına Japonlar Maneki Neko, yani Çağıran Kedi ismini takmışlardır. Bu kedinin kaldırdığı patisi eğer sol ise, bu, işyerine müşterileri ve bereketi çağırıyor demektir. Şayet sağ patisini kaldırıyor ise, bu da bulunduğu eve huzur ve refahı davet ediyor demektir. Bu çağıran kedilerin beyaz renkte olanları mutluluğu, sarı olanları ise zenginliği işaret eder. Kara kedi de sağlık, sıhhat çağrısında bulunur. Ev girişine ya da dükkan vitrinine konulan bu kedi, gününüzün neşe içinde geçmesini sağlayacaktır. İrili ufaklı bir çok boyutlarda bulunan bu kedi tılsımları, eskilerde tahtadan yapılırlarken, şimdilerde çiniden yapılıp, geleneksel renklere boyanmaktadır.
Mercan (Kırmızı) : Yüzyıllardır tılsım yapımında kullanılan Kırmızı Mercan' ın , taşıyanı nazardan, cinlerden, büyü ve delilik gibi hastalıklardan koruduğuna inanılırdı. Hormon düzensizliği çeken kadınların ve doğumda zorluk çekmek istemeyenlerin üreme organları yanında bulundurduklarında kırmızı mercanın onlara yardım edeceğine inanılır. Ayrıca kırmızı mercanın bebekleri de koruduğuna inanılır. Hatta bebeklerde diş çıkmasına bile yardımcı olduğu rivayetler arasındadır. Kırmızı mercanın en etkili olduğu kullanım şekli, doğal halidir. Süsü eşyası kullanımında da kırmızı mercandan kolye, küpe ve yüzük yapılır.
Bokböceği : Kadim Mısır'ın bu kutsal böceği. Günümüz dünyasının bile en geçerli tılsımlarından biridir. Mısırlılar onun yaratılış, erkekliğin tartışılmaz gücü, üreme, bilgelik, reankarnasyon, ölümsüzlük ve yenilenmeyle özdeşleştirirler. Bokböceği tılsımı hemen hemen dört bin yıllık bir faal yaşam süresi gösteren ve dünyadaki tılsımların içinde en uzun bir geçmişe sahip olanıdır. Bugün bokböceği simgeli yüzük, küpe ve broşlar hala hazır kullanılmaktadır. Mısır'da hala bokböceği tılsımları uğur olarak satılmaktadır.
Kısa Kısa Diğer Hayvan Tılsımları
Ayı : Kadınlarda ağrısız, sancısız doğumun gerçekleşmesine yardımcı olur.
Geyik : Cinsellik sembolü olarak kabul edilir, kısırlığa iyi geldiği söylenir.
Kaplumbağa : Ani gelebilecek ölümlere, cehaletten, acele kararlardan ve zaaflardan korunmak için kullanılır. Efsanelerde ise, ebedi yaşam sembolü , gücün ve aklın simgesidir.
Kırlangıç : Şans ve mutluluk getirdiğine inanılır.
Yumurta : Doğurganlık sembolü olarak bilinir. Renkli taş yumurtalar evlerde sıkça bulunur.
Koç : Doğurganlık ve güç sembolü olarak kullanılır.
Keçi : Kısırlığa ve cinsel iktidarsızlığa karşı kullanılır.
Kuzu : Takana koruma yapar ve kısırlığı önleyerek huzur sağlar. Bir zamanlar o da balık gibi Hıristiyanlığın sembolü olarak kabul edilmiştir.
Yunus : Denizciler arsında pek yaygındır. Deniz kazaları ve denizden gelecek tehlikelere karşı denizcileri koruduğuna inanılır.
Akrep : Kötülüklerden ve düşmanlardan koruduğuna inanılır.
Çekirge : Bilhassa çiftçilikle uğraşanlar için bol ürün ve bol kazanç demektir.
Güvercin : Kutsallığın ve barışın sembolüdür, aynı zamanda yangın yıldırım ve sevgisizliğe karşı da kullanılır.
Aslan : Sağlıklı bir yaşam, bol para, başarı, güç ve cesaretin sembolüdür.
Arı : Doğurganlık,mutluluk, refah ve aklı temsil eder.
Boğa : Cinsel iktidarsızlığa karşı kullanılır. Sevişmeden önce yatağın altına konulduğu bilinir.
Tüy : İş yaşamında refah ve bol kazanç getirdiğine inanılır.
Tavşan Ayağı : İlginç bir tılsım daha. Hem de en popüler tılsımlardan biri. 20.yy'ın başlarında bu şöhreti yakalayan tavşan ayağı tılsımı için bir çok yerde bir dolu rivayetler üretilmiştir. Kimi "tavşanın ayağı uğurlu olsaydı, tavşana da uğur getirirdi, bakın şimdi o üç ayaklı bir tavşan" dedi, kimi hayvan haklarından bahsetti ve bunun bir katliam olduğunu savundu, kimi de onun uğuruna yürekten bağlandı ve onu en uğurlu uğuru saydı. Ama var olan bir gerçek, tavşan ayağının bir tılsım olarak kullanılıyor olmasıydı. Tılsım kaybetmek uğursuzluk sayılır ama, tavşan ayağı tılsımını kaybetmek kimilerine göre ölüm, zamansız bir felaket, kimilerine göre de çok büyük bir şanssızlık olarak algılanırdı.
Boynuz : Boynuzlar bugüne kadar birçok toplumda kah üzerinde taşımak, kah bir yere asmak suretiyle yaygın olarak kullanılan tılsımlardandır. Boğanın iriliği, vahşiliği gücü temsil ederken, çiftleşmesi doğurganlığı, çifte koşulması da bereketi temsil ettiği inancı onu bir tanrıya dönüştürür ve Antik çağ toplumları için bu durum ideal bir koruyuculuk timsali teşkil eder. Bir damına asılan ya da duvarına yerleştirilen bir boynuz o evin koruma altında olduğu inancını insanlara aşılar. Bugün altın ve gümüşten yapılan küçük ve tek bir boynuz bir zincirin ucunda boyuna asılır ve cinsel iktidar sembolü olarak kabul edilir.
Deniz kabukları : Bilinen koruyucu tılsımların en eskisi olan deniz kabuklarının 20 bin yıl öncelerine dayanan bir tarihi vardır. Deniz kabukları dünyanın bir çok yerinde tılsım olarak kullanıldıkları gibi, süs eşyası olarak da çok yaygındırlar. Deniz kabuklarını eskiden beri bir çok şeyle ilişkilendiren insanoğlu, onu hem nazara karşı koruyucu olarak, hem de doğurganlığı temsil edici olarak kullanmışlardır. Onların yumurta biçimli şekilleri gözü hatırlattığından, cesetlerin göz yuvalarına yerleştirilirdi. Bunda amaç, ölünün öte dünyayı çürümeyen gözlerle görmesini sağlamaktı. Bu çok yaygın bir gelenek olarak bilinir. Deniz kabuğunun kadın cinsel organına benzetilen yarık kısmından dolayı,bazı eski metinler onu dişi yaşam kapısı olarak adlandırır. O güçlü bir doğurganlık sembolü olarak ve de bir tılsım olarak, doğum sancıları ve kısırlığa karşı kullanılırdı. Kimi Asya ve Afrika ülkelerinde deniz kabukları hayvanların koşum aksesuarlarına takılarak onları nazardan korumak için de kullanılmıştır. Deniz kabuklarının takı olarak kullanılmasından sonra, bunların altın ve gümüşten olan taklitleri de yapılarak çok güzel birer süs eşyası olarak günümüzde de kullanılmaktadır. Bunların mavi sırlı topraktan, akik ve kuvarstan da yapılanları mevcuttur.
Baykuşlu Tılsımlar : Kem gözlere karşı en iyi koruyucunun yine bir başka göz olduğu varsayımıyla tasarlanan baykuş şeklindeki tılsımlar, en çok küçük bir Akdeniz adası olan Minorka'da kullanılmaktadır. En dikkat çekici özelliği gözlerin olduğu bu baykuş şeklindeki koruyucu tılsım, camdan veya metalden yapılır. Bugün bile hala popülerliğini koruyan baykuş tılsımlarının, Minorka'da evleri de büyük felaketlerden koruduğuna inanılır. Baykuşun uğursuz bir hayvan olarak bilinmesi, bu tılsımın pek fazla rağbet görmemesine yol açan en önemli etken olarak değer kazanır. Onun koruyucu rolü, pek çoklarına göre evrensel değildir. Çünkü o, gecenin şeytani yaratığı olarak bilinir.
Köpekbalığı Dişi (Aziz Paul'ün Dili) : Kökeni Ortaçağlara dayanan ve günümüzde bile hem süs eşyası hem de koruyucu olarak kullanılabilen bir tılsım olan Köpekbalığı dişi ya da Aziz Paul'ün Dilinin, bir çok korumayı gerçekleştirdiğine inanılırdı. Bu tılsımın bu adı almasındaki nedene gelince ; Şiddetli bir fırtınada gemisi küçük bir adaya sürüklenen Aziz Paul, karaya çıkınca bir yılanın ısırmasına maruz kalır. O da buna tepki olarak o adayı kutsadı ve yılanlarına lanet okudu. O anda adadaki tüm yılanlar zehirlerini kaybettiler ve zararsız birer hayvan oldular. Bu yılanların zamanla ölmesi kayaların içinde fosilleşen üçgen şeklindeki dişleri ada halkı tarafından Aziz Paul'ün Dili olarak adlandırıldı ve bulundukları yerden çıkartılarak, üzerlerine altın, gümüş gibi montürler yerleştirildi ve kolye, gerdanlık, küpe gibi eşyalar haline sokuldular. Ama bunların aslında yılan dilleri değil, zamanla kayalarda fosilleşen köpekbalıklarının dişleri olduğu , çok sonra ortaya çıkacaktı.
Diş ve Tırnaklardan yapılan Tılsımlar : Genelde ilkel toplumlardaki yerliler tarafından avlanan hayvanların diş ya da pençe ve tırnakları çok güçlü bir tılsım olarak görülürdü. Buna sebep olarak da hayvanlardaki o müthiş gücün, bu tılsımı kullananlara da geçeceğine inanılmasıydı. Ayı dişleri, bir kaplanın pençesi, bir kurt dişi, yaban domuzu ya da fil dişi çok rağbet gören, her birinin ayrı ayrı koruyucu bir güç yüklendiği tılsımlardı. Mesela bir ayı pençesi, doğum sırasında kadının en büyük yardımcısı olarak görülürdü. Ya da bir kurt dişi bebekleri korkulardan uzaklaştırır ve dişlerinin ağrılarını keser diye bilinirdi. İskandinav ırklarının bir çoğunda kutsal bir hayvan olarak bilinen Boz ayının pençesi, hayvanda bulunan o büyük gücün ve cesaretin tılsımı taşıyana yansıyacağı anlamı taşırdı. Bugün, bir kaplan dişi ya da pençesi, kumarbazların çok inandıkları bir uğur tılsımıdır.
Balık Tılsımları : Yüzlerce yıl Hıristiyan dininin sembolü olan balık, haçın kabul görmesinden sonra bu itibarını yitirerek yerini haça bırakmıştı. Asırlar sonra, 20. yy' da balık tekrar ortaya çıkarak, eski unvanına sahip olmaya başladı. Balık yüzyıllar boyunca cinsel bir sembol olarak ve Büyük Tanrıçanın üreme organlarını temsil eden bir simge olarak görüldü. Eski çağlarda böyle bilinen balık, Hıristiyan olmayan ülkelerde hala kısırlığa ve cinselliğe yardımcı bir tılsım olarak kullanılmaktadır. Kimileri balık tılsımları için " şeytandan korumasa bile taşıyanı cinsel yönden zevk alarak yaşamasını sağlayacak bir tılsımdır." derler. Balık tılsımları, Kuzey Afrika ülkelerinin bir kısmında şans getirmeleri ve cinleri, kötü ruhları uzaklaştırsın diye dükkan önlerine asılırlardı.
Yılan Figürlü Tılsımlar : Çelişkilerin hayvanı yılan, aynı zamanda da iyi bir koruyucu. Birçoğumuzun korktuğu, adının geçmesinin bile insanları ürperttiği yılan , Çağlar boyunca önemli bir tılsım simgesi olarak kullanılmıştır. Yılan şeklinde dolanmış yüzükler, yılan figürlü bilezikler ve kolyeler altınla birleşerek takı dünyasında önemli bir yer kaplamışlardır. Yılanlı tılsımların, hastalıklara karşı çok kuvvetli bir tesiri olduğu bilinirdi. Yılanı ölümsüzlük sembolü olarak da gören toplumlar vardır. Bugün Tıp dünyası bile bilinen bu ölümsüzlük yakıştırmasından dolayı yılanı amblem olarak seçmiştir.
Kedi : Bir patisi havada, oturan ve adeta birini çağıran pozda bir kedi düşünün! İşte bu Japonya'nın en gözde uğuru olan Neko'dur. Sahibine şans getiren ve kötü talihi uzaklaştırır diye bilinen bu kedi tılsımına Japonlar Maneki Neko, yani Çağıran Kedi ismini takmışlardır. Bu kedinin kaldırdığı patisi eğer sol ise, bu, işyerine müşterileri ve bereketi çağırıyor demektir. Şayet sağ patisini kaldırıyor ise, bu da bulunduğu eve huzur ve refahı davet ediyor demektir. Bu çağıran kedilerin beyaz renkte olanları mutluluğu, sarı olanları ise zenginliği işaret eder. Kara kedi de sağlık, sıhhat çağrısında bulunur. Ev girişine ya da dükkan vitrinine konulan bu kedi, gününüzün neşe içinde geçmesini sağlayacaktır. İrili ufaklı bir çok boyutlarda bulunan bu kedi tılsımları, eskilerde tahtadan yapılırlarken, şimdilerde çiniden yapılıp, geleneksel renklere boyanmaktadır.
Mercan (Kırmızı) : Yüzyıllardır tılsım yapımında kullanılan Kırmızı Mercan' ın , taşıyanı nazardan, cinlerden, büyü ve delilik gibi hastalıklardan koruduğuna inanılırdı. Hormon düzensizliği çeken kadınların ve doğumda zorluk çekmek istemeyenlerin üreme organları yanında bulundurduklarında kırmızı mercanın onlara yardım edeceğine inanılır. Ayrıca kırmızı mercanın bebekleri de koruduğuna inanılır. Hatta bebeklerde diş çıkmasına bile yardımcı olduğu rivayetler arasındadır. Kırmızı mercanın en etkili olduğu kullanım şekli, doğal halidir. Süsü eşyası kullanımında da kırmızı mercandan kolye, küpe ve yüzük yapılır.
Bokböceği : Kadim Mısır'ın bu kutsal böceği. Günümüz dünyasının bile en geçerli tılsımlarından biridir. Mısırlılar onun yaratılış, erkekliğin tartışılmaz gücü, üreme, bilgelik, reankarnasyon, ölümsüzlük ve yenilenmeyle özdeşleştirirler. Bokböceği tılsımı hemen hemen dört bin yıllık bir faal yaşam süresi gösteren ve dünyadaki tılsımların içinde en uzun bir geçmişe sahip olanıdır. Bugün bokböceği simgeli yüzük, küpe ve broşlar hala hazır kullanılmaktadır. Mısır'da hala bokböceği tılsımları uğur olarak satılmaktadır.
Kısa Kısa Diğer Hayvan Tılsımları
Ayı : Kadınlarda ağrısız, sancısız doğumun gerçekleşmesine yardımcı olur.
Geyik : Cinsellik sembolü olarak kabul edilir, kısırlığa iyi geldiği söylenir.
Kaplumbağa : Ani gelebilecek ölümlere, cehaletten, acele kararlardan ve zaaflardan korunmak için kullanılır. Efsanelerde ise, ebedi yaşam sembolü , gücün ve aklın simgesidir.
Kırlangıç : Şans ve mutluluk getirdiğine inanılır.
Yumurta : Doğurganlık sembolü olarak bilinir. Renkli taş yumurtalar evlerde sıkça bulunur.
Koç : Doğurganlık ve güç sembolü olarak kullanılır.
Keçi : Kısırlığa ve cinsel iktidarsızlığa karşı kullanılır.
Kuzu : Takana koruma yapar ve kısırlığı önleyerek huzur sağlar. Bir zamanlar o da balık gibi Hıristiyanlığın sembolü olarak kabul edilmiştir.
Yunus : Denizciler arsında pek yaygındır. Deniz kazaları ve denizden gelecek tehlikelere karşı denizcileri koruduğuna inanılır.
Akrep : Kötülüklerden ve düşmanlardan koruduğuna inanılır.
Çekirge : Bilhassa çiftçilikle uğraşanlar için bol ürün ve bol kazanç demektir.
Güvercin : Kutsallığın ve barışın sembolüdür, aynı zamanda yangın yıldırım ve sevgisizliğe karşı da kullanılır.
Aslan : Sağlıklı bir yaşam, bol para, başarı, güç ve cesaretin sembolüdür.
Arı : Doğurganlık,mutluluk, refah ve aklı temsil eder.
Boğa : Cinsel iktidarsızlığa karşı kullanılır. Sevişmeden önce yatağın altına konulduğu bilinir.
Tüy : İş yaşamında refah ve bol kazanç getirdiğine inanılır.
ANTİK ÇAĞDA KOLYE
Dünyanın ilk zamanlarında ufak taş parçaları ve deniz kabuklarıyla başlayan, kemik ve boynuz parçalarıyla süren kolyenin serüveni birbirinden değerli taşlarla sürüyor. Kullanım yeri itibariyle o,şüphesiz kadınların en özel takısı...
Geçmişten günümüze; süslenme, beğenme ve beğenilme arzusunun en önemli göstergelerinden olan takılar arasında, kolyeler en göze çarpanı... İlkel zamanlarda ufak taş parçalarından, deniz kabuklarından, kemik ve boynuz parçalarından yapı**** kolyeler, basit ve sade görünümlü. Sıra sıra dizilen renkli taşların, o dönemlerin en sevilen kolye formları arasında yer aldığını bugün müzelerimizi süsleyen, erken devirlere ait boncuk ve kolye örneklerinden anlayabiliriz. Kültürler değiştikçe, çağlar birbirini izledikçe gelişen ve yeni teknolojilerle, yeni formlarla gelişerek günümüze ulaşan takı sanatında kolyelerin yadsınmaz bir önemi vardır. Diğer takıların kullanım yerleri göz önüne alındığında, en göze çarpan takının kolye olması kaçınılmazdır.
M.Ö. 6. yüzyılda yaygın olarak görülen palamut sarkaçlı kolyelerin yerini M.Ö. 5. ve 4. yüzyıllarda çok daha ince işçilikli ve ayrıntılı kolyeler almış. Tüm boynu boşluk bırakmadan saran ve boyundan gerdana dökülen bir danteli anımsatan bu kolyelerde, ince ve sık tellerden yapılmış zincirler temel öğeyi oluşturur. Zincirlere eklenen parçalarla kolye sade ya da çok gösterişli bir hale getirilir. Zincirlere dizilen boncuklar ile tek ya da çift sıra halinde yerleştirilen borucuklar, bu tip gösterişli kolyelerin üst kısmını oluşturur. Bu şekilde tasarlanan üst kısımların altlarına eklenen mızrak ucu ya da palamut şekilli sarkaçlardan başka; insan ya da hayvan başı şekilli sarkaçlarda yan yana dizilerek göz okşayan kolyeler üretilmiştir, eski çağların altın sanatçıları tarafından. M.Ö. 4. yüzyıldan itibaren zincir ya da örgü sistemi ile yapılmış olan geniş şeritler, gerdanlıklarda sıkça kullanılmaya başlanmış ve son derece gösterişli takılar yaratılmış. Bu tip gerdanlıklarda, üzeri telkâri işçilikle süslü kopçalar ve birkaç zincirden oluşan sarkaç grupları kullanılarak gerdanlıkları çok daha zengin ve gösterişli hale getirilmiş. Hatta sarkaçların bağlantı öğesi olarak kullanı**** halkaları gizleyen çiçek motiflerinde de mine tekniği uygulanarak daha renkli görüntüler elde edilmiş.
M.Ö. 4. yüzyıldan itibaren görülen bir diğer model de, boyun bağı olarak adlandırılıyor. İki altın zincirin bir bağlantı boncuğunun içinden geçirilmesi ve sarkan uçlara eklenen sarkaçlardan oluşan bu kolyeler, estetik görünümleri ve zarif duruşları nedeniyle antik çağda çok rağbet gören modeller arasında yerini almış. Zincirlerin uçlarına dörtlü püsküller ve bu altın püsküllerin uçlarına da çeşitli şekillerde sarkaçlar eklenmiş. En çok kullanı**** sarkaç şekilleri arasında çiçek, nar, palamut ve küre sayılabilir. Şekli ne olursa olsun bu sarkaçlar ve bağlantı boncukları, telkâri tekniğinin zarif zevkiyle süslenerek kolye ve gerdanlıkların hem estetik, hem de maddi değerlerini artırmış.
Kolye yapımcılığı, takı yapımında büyük gelişmelerin yaşandığı Hellenistik Çağ’da, diğer takılara paralel olarak gelişmiş ve yeni malzemelerin, farklı modellerle harmanlandığı bir anlayışla yaratıcılık sınırları zorlanmış. İnce işçilikli zincirlerin ucunda bulunan kolye uçlarının yanı sıra; çeşitli taşlarla, cam boncuklarla süslenmiş gösterişli altın gerdanlıklar da bu dönemden itibaren kadınların takıyla olan birlikteliğinin en göz alıcı parçaları arasına girmiş. Estetiğin, kuyumculuk sanatıyla eşsiz bir raksı olmuş bu dönemde üretilen takılar. Kakma, granülasyon, dökme ve çekiçleme gibi tekniklerin bir arada ya da ayrı ayrı kullanılmasıyla kimi zaman sade ve şık, kimi zaman da gösterişli ve çarpıcı kolyeler üretilmiş ölümlü ve ölümsüz kadınların gerdanlarını süslemek için. İlk bakışta ışık selini andıran zümrütlü, yakutlu gerdanlıkları, kolyeleri tanrıçalar kullanmış vakur bir edayla, cilveyle; kâh kadın dünyasını yansıtan efsanelerde, kâh kadın ruhunu okşayan eski masallarda.
Kuyumcu ustaları gelişen teknolojinin getirdiği kolaylıkları, eski geleneklerle birleştirerek yeni tasarımlar ortaya çıkarmış. Kimi zaman altını incecik levhalar haline getirerek yaprak, çiçek, dal motifleri ile süsleyen ustalar, kimi zaman da bu levhalara mitolojik yaratıkları, tanrı ve tanrıçaları betimlemişler. Bazen sadece altını şekillendirerek kullanmış usta tüm hünerini; bazen de başka malzemelerle birlikte kullanarak, rengârenk bir şölene imza atmış; cam boncuklarla, incilerle... Özellikle Roma Devri ile yaygın olarak kullanı**** inci, bu dönemden sonra da sıkça kullanılmış kolyelerde ve diğer takılarda. Altın kolyelerde kullanı**** diğer değerli ve yarı değerli taşlar arasında altının ışıltısıyla hoş bir ahenk yaratan ametist en gözde taşlardan biri olmuş. Farklı tonlarda yeşile sahip olan yeşim de en az ametist kadar sık kullanılmış. Kuvars, karneol ve lapislazuli gibi renkli taşlar, takılarda sevilerek kullanı**** taşlar arasına girmiş. Kolyelerin maddi ve estetik değerini yükselten taşlardan olan yakut, zümrüt ve safir ise hem renkli ışıltıları, hem de altınla olan kusursuz uyumlarıyla günümüzde olduğu kadar antik çağlarda da rağbet gören kombinasyonlarda kullanılmış.
Renklerin sonsuz ışıltısına, altının ölümsüz pırıltısını katan antik çağ takı ustaları, aradan geçen yüzyılara karşın hala görenleri etkileyen göz alıcı takılar yapmışlar zaman ve yer kavramını hiçe sayarcasına. İncecik altın tellere serpiştirilmiş gibi duran zümrütler ya da ışığı rengârenk hüzmelerle yansıtan cam boncuklar, aradan geçen zamana karşın antik çağın sanatçılarına ve estetik anlayışına hayranlık uyandıracak nitelikte.
Malzemesi ya da şekli ne olursa olsun kadının eski çağlardan beri vazgeçemediği, sade ya da gösterişli ama mutlaka üzerinde taşımaktan hoşlandığı bir takıdır kolye. Yerine göre incecik yalın bir zincirin ucundan sallanan zarif bir uçla, yerine göre de albenili, ışıltılı bir gerdanlığın pırıltısıyla büyülemek ister kadın çevresindekileri, yaşadığı zaman ve mekân ne olursa olsun...
Geçmişten günümüze; süslenme, beğenme ve beğenilme arzusunun en önemli göstergelerinden olan takılar arasında, kolyeler en göze çarpanı... İlkel zamanlarda ufak taş parçalarından, deniz kabuklarından, kemik ve boynuz parçalarından yapı**** kolyeler, basit ve sade görünümlü. Sıra sıra dizilen renkli taşların, o dönemlerin en sevilen kolye formları arasında yer aldığını bugün müzelerimizi süsleyen, erken devirlere ait boncuk ve kolye örneklerinden anlayabiliriz. Kültürler değiştikçe, çağlar birbirini izledikçe gelişen ve yeni teknolojilerle, yeni formlarla gelişerek günümüze ulaşan takı sanatında kolyelerin yadsınmaz bir önemi vardır. Diğer takıların kullanım yerleri göz önüne alındığında, en göze çarpan takının kolye olması kaçınılmazdır.
M.Ö. 6. yüzyılda yaygın olarak görülen palamut sarkaçlı kolyelerin yerini M.Ö. 5. ve 4. yüzyıllarda çok daha ince işçilikli ve ayrıntılı kolyeler almış. Tüm boynu boşluk bırakmadan saran ve boyundan gerdana dökülen bir danteli anımsatan bu kolyelerde, ince ve sık tellerden yapılmış zincirler temel öğeyi oluşturur. Zincirlere eklenen parçalarla kolye sade ya da çok gösterişli bir hale getirilir. Zincirlere dizilen boncuklar ile tek ya da çift sıra halinde yerleştirilen borucuklar, bu tip gösterişli kolyelerin üst kısmını oluşturur. Bu şekilde tasarlanan üst kısımların altlarına eklenen mızrak ucu ya da palamut şekilli sarkaçlardan başka; insan ya da hayvan başı şekilli sarkaçlarda yan yana dizilerek göz okşayan kolyeler üretilmiştir, eski çağların altın sanatçıları tarafından. M.Ö. 4. yüzyıldan itibaren zincir ya da örgü sistemi ile yapılmış olan geniş şeritler, gerdanlıklarda sıkça kullanılmaya başlanmış ve son derece gösterişli takılar yaratılmış. Bu tip gerdanlıklarda, üzeri telkâri işçilikle süslü kopçalar ve birkaç zincirden oluşan sarkaç grupları kullanılarak gerdanlıkları çok daha zengin ve gösterişli hale getirilmiş. Hatta sarkaçların bağlantı öğesi olarak kullanı**** halkaları gizleyen çiçek motiflerinde de mine tekniği uygulanarak daha renkli görüntüler elde edilmiş.
M.Ö. 4. yüzyıldan itibaren görülen bir diğer model de, boyun bağı olarak adlandırılıyor. İki altın zincirin bir bağlantı boncuğunun içinden geçirilmesi ve sarkan uçlara eklenen sarkaçlardan oluşan bu kolyeler, estetik görünümleri ve zarif duruşları nedeniyle antik çağda çok rağbet gören modeller arasında yerini almış. Zincirlerin uçlarına dörtlü püsküller ve bu altın püsküllerin uçlarına da çeşitli şekillerde sarkaçlar eklenmiş. En çok kullanı**** sarkaç şekilleri arasında çiçek, nar, palamut ve küre sayılabilir. Şekli ne olursa olsun bu sarkaçlar ve bağlantı boncukları, telkâri tekniğinin zarif zevkiyle süslenerek kolye ve gerdanlıkların hem estetik, hem de maddi değerlerini artırmış.
Kolye yapımcılığı, takı yapımında büyük gelişmelerin yaşandığı Hellenistik Çağ’da, diğer takılara paralel olarak gelişmiş ve yeni malzemelerin, farklı modellerle harmanlandığı bir anlayışla yaratıcılık sınırları zorlanmış. İnce işçilikli zincirlerin ucunda bulunan kolye uçlarının yanı sıra; çeşitli taşlarla, cam boncuklarla süslenmiş gösterişli altın gerdanlıklar da bu dönemden itibaren kadınların takıyla olan birlikteliğinin en göz alıcı parçaları arasına girmiş. Estetiğin, kuyumculuk sanatıyla eşsiz bir raksı olmuş bu dönemde üretilen takılar. Kakma, granülasyon, dökme ve çekiçleme gibi tekniklerin bir arada ya da ayrı ayrı kullanılmasıyla kimi zaman sade ve şık, kimi zaman da gösterişli ve çarpıcı kolyeler üretilmiş ölümlü ve ölümsüz kadınların gerdanlarını süslemek için. İlk bakışta ışık selini andıran zümrütlü, yakutlu gerdanlıkları, kolyeleri tanrıçalar kullanmış vakur bir edayla, cilveyle; kâh kadın dünyasını yansıtan efsanelerde, kâh kadın ruhunu okşayan eski masallarda.
Kuyumcu ustaları gelişen teknolojinin getirdiği kolaylıkları, eski geleneklerle birleştirerek yeni tasarımlar ortaya çıkarmış. Kimi zaman altını incecik levhalar haline getirerek yaprak, çiçek, dal motifleri ile süsleyen ustalar, kimi zaman da bu levhalara mitolojik yaratıkları, tanrı ve tanrıçaları betimlemişler. Bazen sadece altını şekillendirerek kullanmış usta tüm hünerini; bazen de başka malzemelerle birlikte kullanarak, rengârenk bir şölene imza atmış; cam boncuklarla, incilerle... Özellikle Roma Devri ile yaygın olarak kullanı**** inci, bu dönemden sonra da sıkça kullanılmış kolyelerde ve diğer takılarda. Altın kolyelerde kullanı**** diğer değerli ve yarı değerli taşlar arasında altının ışıltısıyla hoş bir ahenk yaratan ametist en gözde taşlardan biri olmuş. Farklı tonlarda yeşile sahip olan yeşim de en az ametist kadar sık kullanılmış. Kuvars, karneol ve lapislazuli gibi renkli taşlar, takılarda sevilerek kullanı**** taşlar arasına girmiş. Kolyelerin maddi ve estetik değerini yükselten taşlardan olan yakut, zümrüt ve safir ise hem renkli ışıltıları, hem de altınla olan kusursuz uyumlarıyla günümüzde olduğu kadar antik çağlarda da rağbet gören kombinasyonlarda kullanılmış.
Renklerin sonsuz ışıltısına, altının ölümsüz pırıltısını katan antik çağ takı ustaları, aradan geçen yüzyılara karşın hala görenleri etkileyen göz alıcı takılar yapmışlar zaman ve yer kavramını hiçe sayarcasına. İncecik altın tellere serpiştirilmiş gibi duran zümrütler ya da ışığı rengârenk hüzmelerle yansıtan cam boncuklar, aradan geçen zamana karşın antik çağın sanatçılarına ve estetik anlayışına hayranlık uyandıracak nitelikte.
Malzemesi ya da şekli ne olursa olsun kadının eski çağlardan beri vazgeçemediği, sade ya da gösterişli ama mutlaka üzerinde taşımaktan hoşlandığı bir takıdır kolye. Yerine göre incecik yalın bir zincirin ucundan sallanan zarif bir uçla, yerine göre de albenili, ışıltılı bir gerdanlığın pırıltısıyla büyülemek ister kadın çevresindekileri, yaşadığı zaman ve mekân ne olursa olsun...
PENTAPOLİS ŞEHİRLERİ
HİRLERİ
Brouzos şehirinden kalma kitabe - KarasandıklıPentapolis ismi "beş şehir" anlamına gelir. Bu beş şehir grubu Sandıklı Ovası'nda yer almıştır. Bunların en önemlisi Eukarpia idi. Eukarpia adını, Helenistik ve Roma döneminde Sandıklı Ovası'na vermiş, Eukarpia ovası olarak anılmıştır. Pentapolis terimi sadece Bizans döneminde verilmiştir. Pentapolis'in diğer şehirleri şunlardır: Brouzos, Hieropolis, Otrous, Stektorion'dur.Eukarpeia (Emirhisar): Eukarpeia, Klasik ve Bizans dönemine ait Sandıklı Ovası'nın beş şehrinden oluşan Pentapolis'in en önemli şehridir. İmparator Augustus'un zamanında "Eukarpıtikon pedion (Eukarpeia ovası)" olarak anılan şehrin adı, bronz sikkelerin üzerine basılmıştır. Daha sonra imparator Hadrian döneminden itibaren sikkelerin üzerine şehrin kendi adı basılmıştır. Eukarpeia akropolü, geçen yüzyıla kadar hala görünen Roma dönemine ait şehir surları ve bir kaç binanın bulunduğu yer, Emirhisar Köyü'nün kuzey batısında bir tepe üzerindedir. Bunlar şimdi tahrip edilmiştir. Ama buradan çıkmış olan birkaç sütun, Afyon Müzesi'nde bulunmaktadır.
Brouzos (Kara Sandıklı): Sandıklı İlçesi'ne bağlı Kara Sandıklı'da bulunan Pentapolis şehirlerinden biridir. Roma İmparatorluğu döneminde Brouzos adına birkaç defa sikke basılmıştır. Kara Sandıklı ve komşu köylerindeki birçok arkeolojik kalıntılar ve yazıtlar bulunmuş; Septimius Severus onuruna yazılmış bir kitabe hâlâ caminin yanında bulunmakta ve antik şehrin adını taşımaktadır.
Diokleia (Ahurhisar): Bu şehir, Sandıklı Ahırhisar'da bulunmaktadır. İmparator Septimius Severus onuruna yazılan ve kentin ismini açıkça ortaya koyan yazıtların bulunduğu Doğla köyü, ismi hala korunmaktadır. Bu yazıya göre, bölgede oturan Moxeanos'luların en önemli şehri Diokleia idi. Moxeanoi için bir başka önemli şehir de, yeri henüz bulunamamış olan Siocharax idi. Diokleia, bölgenin merkezi olmasına karşın, yalnızca imparator Elagabalus döneminde para darpetmiştir. Ahırhisar ve Doğla'da Roma ve Bizans dönemlerinden kalma yazıtlar ve mimari kalıntılar bulunmaktadır.
Hieropolis (Koçhisar): Hieropolis'in adı kutsal şehir anlamına gelir. Bu ad yakınında olan ve Tanrı'nın bir lütfu olarak kabul edilen kaplıcalardan dolayı verilmiştir. Roma İmparatorluğu yönetimindeki şehrin bazı sikkeleri üzerinde, yer altı dünyasının tanrısı Hades ve üç başlı köpeği Kerberos'un tasvirleri yer almaktadır. Bu inanç, yerin derinliklerinden gelen sıcak maden suyu ile kesinlikle alakalıydı. 19.yy. kadar burada varlığını koruyan Roma dönemine ait tapınak kalıntıları ve diğer binalar artık görülmemektedir.
Otrous (Yanıkören): M.S. 2 ve 3 yüzyıllarda sikke darpeden Pentapolisi'in bu küçük şehri, Kufi Boğazı yoluyla Eukarpeia'dan Eumeneia'ya uzanan yol üzerinde Yanıkören'de, Sandıklı Ovası'nın güneyinde kurulmuştur. Burada, klasik döneme ait az kalıntı vardır. Fakat bölgede Bizans dönemine ait yıkıntılar ve bir çok geç dönem yazıtları görebiliriz. Görünüşe göre bu şehir, Bizans döneminde, Roma döneminde olduğundan daha önemliydi.
İmparator Nerva onuruna yazılmış yazıt _MenteşStektorion (Menteş): Roma İmparatorluğu altında iken sikke basan bu şehir, Sandıklı İlçesi'ndeki Menteş Köyü yakınlarında Kocahöyük denilen bir tepe üzerindeydi. Bu höyüğün yamacında küçük bir tiyatronun kalıntıları meydana çıkarılmıştır. Menteş Baba Türbesi'nde, eski şehrin muhtemel yerinin belirlenmesini sağlayan, imparator Nerva onuruna Latince bir yazıt ve Bizans mimarisine ait çeşitli parçalar mevcuttur. Bir tepe üzerinde yakın bir civarda, dönemi bilinemeyen ve harç kullanılmadan taşlardan yapılmış büyük bir kale ile batıya doğru uzanan dağlarda birkaç küçük kilise temelleri vardır. Pausanias'a göre Stektorion hudutlarının içinde, kahraman Mygdon'un mezarı vardır. Homer, Mygdon için Otreus ile birlikte Friglerin lideri olarak bahsetmektedir.
Bu beş şehir dışında Hüdai Kaplıcaları aynı dönemlerde Agros Thermon olarak bilinmekteydi.
Friglerden kalma Frigçe yazılmış yazıt Gelincik Kayası olarak bilinir - Çepni Köyü
BULUNAN DEFİNELER HAZİNELER VE ALTIN SİKKELER
KUMLUCA DEFİNESİ
CORYDELLA
Şehir Antalyada ,Kumluca'nın batısındaki ve ilçe merkezine 1 km. uzaklıktaki iki tepe üzerinde kurulmuş.Bugün toprak üstünde yalnızca şehre su getiren aguaduktur kalıntıları seçilebilmektedir.Diğer eserler yok edilmiştir.Kent özellikle Bizans ve geç Bizans devirlerinde gelişme göstermiştir.Fakir bir köylü kadının keçisinin ayağına bir zincirin takılması ile ortaya çıkan ve "Kumluca Definesi" diye tanınan define bu ören yerinde çıkmıştır.Ne yazık ki çok değerli altın ve gümüş eşyalardan oluşan definenin büyük bir kısmı Amerika'ya kaçırılmış, çok az bir kısmı Antalya Müzesi'nde sergilenmiştir.
İNCİPINAR DEFİNESİ
1983 yılı başlarında Muğla'ya bağlı Göktepe Köyü'nün İncilipınar yöresinde Toprak-Su hafriyatı sırasında ele geçen bu define 202 adet Roma follis'inden oluşmaktadır. Görünüşleri, hafif yeşil bir oksidasyon tabakasıyla kaplı, temiz sikkelerdir. Ön ve arka yüz yazılarıyla, figürler rahatlıkla seçilebilmektedir. Definedeki sikkeler incelenip tasnif edildiğinde Diocletianus ile Constantinus I'in saltanatları arasındaki devri kapsayan imparator, imparatoriçe ve Caesar'lar kronolojik olarak şöyle sıralanıyor:
Diocletianus (284-305)
Maximianus Hercül (286-305)
Constantius I Chlorus (292-306)
Galerius Maximianus (292-311)
Valeria (315 ölümü)
Severus II (305-307)
Maximinus II Daia (308-313)
Licinius I (307-323)
Constantinus I (306-337)
KARGAMIŞ DEFİNESİ
Bir köylünün 1995’te bulduğu 3 bin sikkelik Karkamış Definesi’nde 13 adet son derece değerli olan "dekadrahmi" bulunuyordu. Defineyi Hikmet Gül adlı kişi, ünlü kaçakçı Fuat Üzülmez’le birlikte yurtdışına kaçırdı ve çok zengin oldu. Dekadrahmilerden 2 tanesi Atina Para Müzesi’nde.
1995 yılında Gaziantep’e bağlı Karkamış’da bir köylü tarafından bulunan 3000 sikke ile her biri bugünkü piyasada 1 milyon dolara giden nadir Atina "dekadrahmi"sinden (10 drahmi) en az 13’ünün yurtdışına kaçırıldığı ve iki Atina dekadrahmisinin şu anda Atina’daki Nümizmatik Müzesi’nde olduğu ileri sürüldü.
Bir hafta önce çıkan kitabında Türkiye’den kaçırılan sikkelerin dünyada kimlere satıldığını açıklayan Hollandalı araştırmacı yazar Arthur Brand (37), Hürriyet’e "Karkamış Definesi, Elmalı Definesi’nden daha kıymetli ve daha önemli. Karkamış Definesi’nde çok nadir Atina dekadrahmisinden (10 drahmi) en az 13 tane var. Bunları Türkiye’den dışarı kaçıran Hikmet Gül çok zengin oldu ama son birkaç aydır ortalardan kayboldu" dedi.
Hikmet Gül’ün defineyi bulan köylünün akrabası olduğu öğrenildi. Arthur Brand, defineye "Kuzey Halep Definesi" kod adını takan Hikmet Gül’ün 1984’te bulunan Elmalı Definesi’ni yurtdışında pazarlayan ve Münih’te yaşayan Fuat Üzülmez ile temasa geçtiğini belirtti. Brand, Elmalı sikkeleriyle başı derde giren Fuat Üzülmez’in Karkamış Definesi ile ikinci bir kumar daha oynadığını söyledi. Karkamış Definesi’nde MÖ 5. asıra ait 3 bin sikke dışında, çok kıymetli 13-15 Atina dekadrahmisi ve nadir rastlanan sikkeler dikkat çekiyor.
50 milyon dolar
Daha önce dünyada 3 tane bulunan Aineia Tetradrahmi’nin dördüncüsünün Karkamış sikkeleri arasında olduğunu vurgulayan Arthur Brand şöyle konuştu: "Türkiye’den kaçırılan bu defineye o zaman 15 milyon dolar değer biçildi, ama şimdiki değeri en az 50 milyon dolar. Karkamış Definesi’nde her biri 1 milyon dolar eden 13 tane dekadrahmi var. Benim kaynaklarım ise Türkiye’den kaçırılan bu definede 15 tane dekadrahmi olduğunu söylüyor. Bu dekdrahmilerden 1984’de Elmalı Definesi bulunana kadar dünyada 13 tane, Elmalı Hazinesi’yle birlikte 27 tane vardı. Karkamış Definesi’le dünyadaki dekadrahmi sayısı şimdi 42’ye çıktı. Ayrıca definedeki 3 bin sikke arasındaki Kıbrıs sikkeleri çok kıymetli."
1995 yılında Hikmet Gül’ün temasa geçtiği Fuat Üzülmez’in ilk 800 sikkeyi 1.5 milyon dolara satın aldığına dikkat çeken Hollandalı araştırmacı, açıklamalarını şöyle sürdürdü: "İkinci parti Türkiye’deki kaçakçılara 2.5 milyon dolara teklif edildi ama kimse bu kadar parayı çıkartamayınca Hikmet Gül tekrar Fuat Üzülmez’e başvurdu. Birlikte sikkeleri Russo, Bank Leu, Tkalec, Harlan J. Berk, Goldberg, Freeman and Sear, CNG gibi müzayede firmalarına sattılar. Şimdi bile Karkamış Sikkeleri, bu firmaların kataloglarında yer alıyor. Birkaç dekadrahmi ile bazı sikkelerin hala Hikmet Gül’ün elinde olduğunu ve bunları satmaya çalıştığını biliyoruz."
YÜZYILIN DEFİNESİ
ELMALI SİKKELERİ
Elmalı Sikkeleri'nin Tarihçesi
M.Ö. V. Yüzyılda Perslerin Yunanistan'ı istila etmelerinden sonra Atina Şehir Devleti'nin önderliğinde Akdeniz çevresi şehirlerinden oluşan bir birlik kurulmuştu (Atik - Delos Deniz Birliği). Birliğin bir merkezi ve bir bütçesi vardı. Her ülke kendi bastığı gümüş sikkeden kendi gücü oranında katkıda bulunuyordu.
1984 yılında Antalya'nın Elmalı İlçesi'nde kaçak kazılar sonucu bulunan yüzyılın definesi Elmalı Sikkeleri o bölgede bulunan bütün şehir devletlerinin paralarını içeriyordu. Yaklaşık 1900 adet sikkenin binden fazlası ise Likya bölgesindeki şehir devletlerinin parası idi ve içlerinde şimdiye kadar bilinmeyen hanedanların sikkeleri de vardı.
Söz konusu sikkelere yüzyılın definesi denmesinin en önemli nedeni; Yunanlılar Persleri yendikleri için bir anı parası çıkarmışlardı. Normal olarak o zaman para birimi bir drahmi, en fazla 4 drahmi iken anma nedeniyle 10 drahmilik para çıkarılmıştı (10 drahmilik para = Dekadrahmi).
Bu sikkeler çok az sayıda basılmıştı ve 1984 yılına kadar dünyada sadece 13 tanesinin varlığı bilinmekte idi. Elmalı Definesi'nde ise bunlardan 14 tane bulunmaktaydı.
Elmalı Definesi'nin bulunmasıyla insanlık tarihinin bilinmeyen önemli bir bölümü aydınlanmış ve dünyada bilinen Dekadrahmi sayısı iki katına çıkmıştır.
.
KARUN HAZİNELERİ
UŞAK KARUN HAZİNELERİ
Uşak ili'nin 25 km batısında, Uşak-İzmir Devlet Karayolu üzerinde yer alan Güre köyü'nün kuzeyindeki Hermos(Gediz) Nehri'nîn suladığı dar ovanın yakınlarında Lidya ve Greko-Pers(IVI.Ö. 6. yy.) tümülüsleri bulunmaktadır.
1965 yılında bu alandaki soygunlar, TOPTEPE Tümülüsü'nün kaçak kazısıyla başlamıştır. Kaçak kazıları gerçekleştirenlerin ifadesine göre;mezar odasına girildiğinde, yerdeki bir gümüş testi ile çok sayıda mermer alabastron tavandan düşen bir hatıl nedeniyle tahrip olmasına karşın, hazinenin büyük bölümü ölünün yatırıldığı kline üzerinde bir tutam saç ve toz haline gelmiş kemiklerle birlikte bulunmuştur.
Bu odada bulunan;
1. İnsan kulplu gümüş oinochoe,
2. Sfenksi! ve altın başlı tutamaktı kepçe,
3. Tamamı altın, sallanınca ses veren makara,
4. Altından yapılmış içleri boş, iğneli altın küpe,
5. Aynı tip ancak daha küçük boyutta iğneli küpe
6. Sallamalı, altından yapılmış kanatlı at şeklinde broş,
7. Meşe palamutu sallamalı altın ve renkli taştan yapılma kolye,
8. Akik ve taştan yapılmış geometrik şekilli kolye,
9. Mavi renkli camdan yapılmış uçları, aplike arslanbaşı şeklinde bir çift bilezik,
10. Uçları taş boncuklu püskül şeklinde altın gerdanlık, kaçakçılar tarafından alınmıştır.
Toptepe Tiimiilüs buluntuları aracılar yardımıyla, eski eser kaçakçılığıyla örgütlü bir biçimde uğraşan alıcılara satılmıştır.
1966 yılında Gure'de ikinci bir soygun yaşanmıştır. Güre Köyii'nün yakınında yer alan, yörede ikizce olarak adlandırılan İHİZTEPE Tümülüsü'nün batı yamacımla düzgün bir mermer blok, bir köylü taralından bulunur. Bu ipucunu değerlendiren ve bir yıl önceki soygunu bilen kaçakçılar Ikiztepe'de kaçak kazıya başlarlar. Bir türlü mezar odasına ulaşamayan kaçak kazı ekibi yeni katılanlarla, sonunda yeri bulunan mezar odasının tavanım barutla patlatarak içeri girmiştir. Ancak bir süre sonra paylaşımda haksızlığa uğradığını düşünen bîr kişi durumu jandarmaya ihbar etmiştir.
Güvenlik makamlarınca sürdürülen operasyonlarda bazı eserler ele geçirilmişse de,kaçmayı başaran bir kişi, elindeki eserlerin tümünü, Toptepe Tümülüs buluntularını satın alan aynı kişiye ulaştırmayı başarmıştır.
Operasyonlarda yakalanan kişiler çeşitli cezalara çarptırılırlar. Ama olaylar yatıştıktan sonra Ikiztepe'de Gürelilerce yapılan kaçak kazı sonucunda ikinci mezar odasına da ulaşılır. Ancak, mezar hiçbir buluntuyu içermemektedir. Kaçakçılar eserlerin, kline içinde olabileceğini düşünerek hırsa kapılmış ve klineyi parçalamışlardır. Bu klinenin bir parçası bir köy evinin duvarında yapı elemanı olarak görülebilir.
Daha sonra ise, aynı yöredeki bir başka tümülüs - Aktepe l'in mezar odası, avlanmakta olan köylülerce bulunmuştur. Tumülüste bulunan kırmızı, mavi, siyah ve yeşil renkteki duvar resimleri, bezemeli kline ayakları keskilerle parçalanarak satılmak üzere İzmir'e gönderilmiştir. Mezar odasının arka duvarı da, dana sonra üzerine sahte resimler yapılarak parçalanmış ve antikacılara'satılmıştır. Sahte duvar resimlerinin satıldığının duyulması üzerine Aktepe l Tümülüsü'nün dromosuna ulaşılarak mezar odasının giriş kapısının iki yanında yer alan boyalı ve volütlü parçalar yerinden çıkarılmaya çalışılır. Bunlardan biri 1987 yılına kadar üç kaçakçı taralından saklanmış, diğeri ise kırıldığından yerinde bırakılmıştır.
Ekim 1993 de, 60'lı yıllarda kaçak kazılarla edinilen 363 eserin ülkemize iadesi sağlanmıştır.
CORYDELLA
Şehir Antalyada ,Kumluca'nın batısındaki ve ilçe merkezine 1 km. uzaklıktaki iki tepe üzerinde kurulmuş.Bugün toprak üstünde yalnızca şehre su getiren aguaduktur kalıntıları seçilebilmektedir.Diğer eserler yok edilmiştir.Kent özellikle Bizans ve geç Bizans devirlerinde gelişme göstermiştir.Fakir bir köylü kadının keçisinin ayağına bir zincirin takılması ile ortaya çıkan ve "Kumluca Definesi" diye tanınan define bu ören yerinde çıkmıştır.Ne yazık ki çok değerli altın ve gümüş eşyalardan oluşan definenin büyük bir kısmı Amerika'ya kaçırılmış, çok az bir kısmı Antalya Müzesi'nde sergilenmiştir.
İNCİPINAR DEFİNESİ
1983 yılı başlarında Muğla'ya bağlı Göktepe Köyü'nün İncilipınar yöresinde Toprak-Su hafriyatı sırasında ele geçen bu define 202 adet Roma follis'inden oluşmaktadır. Görünüşleri, hafif yeşil bir oksidasyon tabakasıyla kaplı, temiz sikkelerdir. Ön ve arka yüz yazılarıyla, figürler rahatlıkla seçilebilmektedir. Definedeki sikkeler incelenip tasnif edildiğinde Diocletianus ile Constantinus I'in saltanatları arasındaki devri kapsayan imparator, imparatoriçe ve Caesar'lar kronolojik olarak şöyle sıralanıyor:
Diocletianus (284-305)
Maximianus Hercül (286-305)
Constantius I Chlorus (292-306)
Galerius Maximianus (292-311)
Valeria (315 ölümü)
Severus II (305-307)
Maximinus II Daia (308-313)
Licinius I (307-323)
Constantinus I (306-337)
KARGAMIŞ DEFİNESİ
Bir köylünün 1995’te bulduğu 3 bin sikkelik Karkamış Definesi’nde 13 adet son derece değerli olan "dekadrahmi" bulunuyordu. Defineyi Hikmet Gül adlı kişi, ünlü kaçakçı Fuat Üzülmez’le birlikte yurtdışına kaçırdı ve çok zengin oldu. Dekadrahmilerden 2 tanesi Atina Para Müzesi’nde.
1995 yılında Gaziantep’e bağlı Karkamış’da bir köylü tarafından bulunan 3000 sikke ile her biri bugünkü piyasada 1 milyon dolara giden nadir Atina "dekadrahmi"sinden (10 drahmi) en az 13’ünün yurtdışına kaçırıldığı ve iki Atina dekadrahmisinin şu anda Atina’daki Nümizmatik Müzesi’nde olduğu ileri sürüldü.
Bir hafta önce çıkan kitabında Türkiye’den kaçırılan sikkelerin dünyada kimlere satıldığını açıklayan Hollandalı araştırmacı yazar Arthur Brand (37), Hürriyet’e "Karkamış Definesi, Elmalı Definesi’nden daha kıymetli ve daha önemli. Karkamış Definesi’nde çok nadir Atina dekadrahmisinden (10 drahmi) en az 13 tane var. Bunları Türkiye’den dışarı kaçıran Hikmet Gül çok zengin oldu ama son birkaç aydır ortalardan kayboldu" dedi.
Hikmet Gül’ün defineyi bulan köylünün akrabası olduğu öğrenildi. Arthur Brand, defineye "Kuzey Halep Definesi" kod adını takan Hikmet Gül’ün 1984’te bulunan Elmalı Definesi’ni yurtdışında pazarlayan ve Münih’te yaşayan Fuat Üzülmez ile temasa geçtiğini belirtti. Brand, Elmalı sikkeleriyle başı derde giren Fuat Üzülmez’in Karkamış Definesi ile ikinci bir kumar daha oynadığını söyledi. Karkamış Definesi’nde MÖ 5. asıra ait 3 bin sikke dışında, çok kıymetli 13-15 Atina dekadrahmisi ve nadir rastlanan sikkeler dikkat çekiyor.
50 milyon dolar
Daha önce dünyada 3 tane bulunan Aineia Tetradrahmi’nin dördüncüsünün Karkamış sikkeleri arasında olduğunu vurgulayan Arthur Brand şöyle konuştu: "Türkiye’den kaçırılan bu defineye o zaman 15 milyon dolar değer biçildi, ama şimdiki değeri en az 50 milyon dolar. Karkamış Definesi’nde her biri 1 milyon dolar eden 13 tane dekadrahmi var. Benim kaynaklarım ise Türkiye’den kaçırılan bu definede 15 tane dekadrahmi olduğunu söylüyor. Bu dekdrahmilerden 1984’de Elmalı Definesi bulunana kadar dünyada 13 tane, Elmalı Hazinesi’yle birlikte 27 tane vardı. Karkamış Definesi’le dünyadaki dekadrahmi sayısı şimdi 42’ye çıktı. Ayrıca definedeki 3 bin sikke arasındaki Kıbrıs sikkeleri çok kıymetli."
1995 yılında Hikmet Gül’ün temasa geçtiği Fuat Üzülmez’in ilk 800 sikkeyi 1.5 milyon dolara satın aldığına dikkat çeken Hollandalı araştırmacı, açıklamalarını şöyle sürdürdü: "İkinci parti Türkiye’deki kaçakçılara 2.5 milyon dolara teklif edildi ama kimse bu kadar parayı çıkartamayınca Hikmet Gül tekrar Fuat Üzülmez’e başvurdu. Birlikte sikkeleri Russo, Bank Leu, Tkalec, Harlan J. Berk, Goldberg, Freeman and Sear, CNG gibi müzayede firmalarına sattılar. Şimdi bile Karkamış Sikkeleri, bu firmaların kataloglarında yer alıyor. Birkaç dekadrahmi ile bazı sikkelerin hala Hikmet Gül’ün elinde olduğunu ve bunları satmaya çalıştığını biliyoruz."
YÜZYILIN DEFİNESİ
ELMALI SİKKELERİ
Elmalı Sikkeleri'nin Tarihçesi
M.Ö. V. Yüzyılda Perslerin Yunanistan'ı istila etmelerinden sonra Atina Şehir Devleti'nin önderliğinde Akdeniz çevresi şehirlerinden oluşan bir birlik kurulmuştu (Atik - Delos Deniz Birliği). Birliğin bir merkezi ve bir bütçesi vardı. Her ülke kendi bastığı gümüş sikkeden kendi gücü oranında katkıda bulunuyordu.
1984 yılında Antalya'nın Elmalı İlçesi'nde kaçak kazılar sonucu bulunan yüzyılın definesi Elmalı Sikkeleri o bölgede bulunan bütün şehir devletlerinin paralarını içeriyordu. Yaklaşık 1900 adet sikkenin binden fazlası ise Likya bölgesindeki şehir devletlerinin parası idi ve içlerinde şimdiye kadar bilinmeyen hanedanların sikkeleri de vardı.
Söz konusu sikkelere yüzyılın definesi denmesinin en önemli nedeni; Yunanlılar Persleri yendikleri için bir anı parası çıkarmışlardı. Normal olarak o zaman para birimi bir drahmi, en fazla 4 drahmi iken anma nedeniyle 10 drahmilik para çıkarılmıştı (10 drahmilik para = Dekadrahmi).
Bu sikkeler çok az sayıda basılmıştı ve 1984 yılına kadar dünyada sadece 13 tanesinin varlığı bilinmekte idi. Elmalı Definesi'nde ise bunlardan 14 tane bulunmaktaydı.
Elmalı Definesi'nin bulunmasıyla insanlık tarihinin bilinmeyen önemli bir bölümü aydınlanmış ve dünyada bilinen Dekadrahmi sayısı iki katına çıkmıştır.
.
KARUN HAZİNELERİ
UŞAK KARUN HAZİNELERİ
Uşak ili'nin 25 km batısında, Uşak-İzmir Devlet Karayolu üzerinde yer alan Güre köyü'nün kuzeyindeki Hermos(Gediz) Nehri'nîn suladığı dar ovanın yakınlarında Lidya ve Greko-Pers(IVI.Ö. 6. yy.) tümülüsleri bulunmaktadır.
1965 yılında bu alandaki soygunlar, TOPTEPE Tümülüsü'nün kaçak kazısıyla başlamıştır. Kaçak kazıları gerçekleştirenlerin ifadesine göre;mezar odasına girildiğinde, yerdeki bir gümüş testi ile çok sayıda mermer alabastron tavandan düşen bir hatıl nedeniyle tahrip olmasına karşın, hazinenin büyük bölümü ölünün yatırıldığı kline üzerinde bir tutam saç ve toz haline gelmiş kemiklerle birlikte bulunmuştur.
Bu odada bulunan;
1. İnsan kulplu gümüş oinochoe,
2. Sfenksi! ve altın başlı tutamaktı kepçe,
3. Tamamı altın, sallanınca ses veren makara,
4. Altından yapılmış içleri boş, iğneli altın küpe,
5. Aynı tip ancak daha küçük boyutta iğneli küpe
6. Sallamalı, altından yapılmış kanatlı at şeklinde broş,
7. Meşe palamutu sallamalı altın ve renkli taştan yapılma kolye,
8. Akik ve taştan yapılmış geometrik şekilli kolye,
9. Mavi renkli camdan yapılmış uçları, aplike arslanbaşı şeklinde bir çift bilezik,
10. Uçları taş boncuklu püskül şeklinde altın gerdanlık, kaçakçılar tarafından alınmıştır.
Toptepe Tiimiilüs buluntuları aracılar yardımıyla, eski eser kaçakçılığıyla örgütlü bir biçimde uğraşan alıcılara satılmıştır.
1966 yılında Gure'de ikinci bir soygun yaşanmıştır. Güre Köyii'nün yakınında yer alan, yörede ikizce olarak adlandırılan İHİZTEPE Tümülüsü'nün batı yamacımla düzgün bir mermer blok, bir köylü taralından bulunur. Bu ipucunu değerlendiren ve bir yıl önceki soygunu bilen kaçakçılar Ikiztepe'de kaçak kazıya başlarlar. Bir türlü mezar odasına ulaşamayan kaçak kazı ekibi yeni katılanlarla, sonunda yeri bulunan mezar odasının tavanım barutla patlatarak içeri girmiştir. Ancak bir süre sonra paylaşımda haksızlığa uğradığını düşünen bîr kişi durumu jandarmaya ihbar etmiştir.
Güvenlik makamlarınca sürdürülen operasyonlarda bazı eserler ele geçirilmişse de,kaçmayı başaran bir kişi, elindeki eserlerin tümünü, Toptepe Tümülüs buluntularını satın alan aynı kişiye ulaştırmayı başarmıştır.
Operasyonlarda yakalanan kişiler çeşitli cezalara çarptırılırlar. Ama olaylar yatıştıktan sonra Ikiztepe'de Gürelilerce yapılan kaçak kazı sonucunda ikinci mezar odasına da ulaşılır. Ancak, mezar hiçbir buluntuyu içermemektedir. Kaçakçılar eserlerin, kline içinde olabileceğini düşünerek hırsa kapılmış ve klineyi parçalamışlardır. Bu klinenin bir parçası bir köy evinin duvarında yapı elemanı olarak görülebilir.
Daha sonra ise, aynı yöredeki bir başka tümülüs - Aktepe l'in mezar odası, avlanmakta olan köylülerce bulunmuştur. Tumülüste bulunan kırmızı, mavi, siyah ve yeşil renkteki duvar resimleri, bezemeli kline ayakları keskilerle parçalanarak satılmak üzere İzmir'e gönderilmiştir. Mezar odasının arka duvarı da, dana sonra üzerine sahte resimler yapılarak parçalanmış ve antikacılara'satılmıştır. Sahte duvar resimlerinin satıldığının duyulması üzerine Aktepe l Tümülüsü'nün dromosuna ulaşılarak mezar odasının giriş kapısının iki yanında yer alan boyalı ve volütlü parçalar yerinden çıkarılmaya çalışılır. Bunlardan biri 1987 yılına kadar üç kaçakçı taralından saklanmış, diğeri ise kırıldığından yerinde bırakılmıştır.
Ekim 1993 de, 60'lı yıllarda kaçak kazılarla edinilen 363 eserin ülkemize iadesi sağlanmıştır.
SIRRI ÇÖZÜLEMEYEN KAYIP DÜNYANIN GİZEMİ
Amazon Ormanlarından gökyüsüne doğru fırlayan ve sanki bir el tarafından yapıldığı izlenimi veren kuvars dağı, gizemiyle kayıp dünya olarak adlandırılıyor.
04 Haziran 2009
Brezilya ve Venezuela arasında bulunan Roraima Dağı, dünyanın en gizemli yerlerinden birisi olarak kabul edilmektedir.Amazon ormanlarının ortasından fırlayan ve bulutların üzerine çıkan 2770 metre yüksekliğindeki Roraima Dağı, bilimadamlarının tanımıyla kayıp dünyadır.
Son derece sert kuvars taşından oluşan bu ilginç dağ, bir mimarın elinden çıkmış görüntüsü vermektedir. Çünkü 4 bir yanından yontulmuş el yapımı bir binayı andırıyor.Bu görüntüsü yüzünden uzun süre bu dağı burada yaşayan insanların yapmış olabileceği düşünüldü.Bu yönde çok sayıda araştırma yapılmasına rağmen bu tezi doğrulayacak bir bulguya rastlanmadı.
Bu sarp ve çıkılması çok zor olan dağın sadece görünümü değil, zirvedeki esrarengiz coğrafi farklılıkları da bir türlü çözülemedi. Dağın en tepesinde çok sayıda şelale bulunuyor. Bu kadar sert bir dağ'da çok sayıda şelale bulunmasının sırrı çözülemedi. Dağın zirvesinde sayısız mağara ve tüneller bulunuyor. Bu tüneller içerisinde uzunluğu yaklaşık 500 metre olan mağaralar var.44 metre yüksekliğinde ve tamamen kuvars tüneller, burada inceleme yapan yer bilimcileri bile şaşkına çevirdi.
Bazı alanları saf granitten olan Roraima Dağı, sadece kendi görüntüsüyle değil üzerinde yaşayan canılarla da şaşırtıyor. Dünyanın en küçük kurbağası bu dağın sirvesinde yaşıyor. Ayrıca dağda yaşayan bitki ve hayvanları buradan başka yerde görmek mümkün değil.
İŞTE SIRRI ÇÖZÜLEMEYEN O KAYIP DÜNYA!..
[/td][/tr][/table]
TAKI TARİHİ
İHİ
Herkesçe bilinen şey, insanoğlunun ihtiyaçlarının her devre göre değiştiğidir. Ancak bu ihtiyacın şekli ne olursa olsun, beslenme, barınma, giyinme ve süslenme ihtiyaçları hiç değişmemiştir. Keşifler ve icatlardır ki, her bulunan yeni şeyi bir müddet sonra ihtiyaç haline dönüştürmüştür. Ama gerçek şu ki, insanlar çağdaş iletişim aletleri bulunmadan önce de haberleşiyor, bir yerden başka yerlere gidebiliryorlardı. Nasıl yapıldı, nasıl başarıldı bilinmez ama, semavi dinlerden önceki krallar ve ruhban sınıfı kendilerini tanrının yeryüzündeki temsilcileri olarak insanlara kabul ettirmişlerdi. Burada bir şeyi kabul etmek gerekir. O da sistemin ilk kurucularının çok akıllı oldukları. İşte bu yarı tanrılar veya tanrının yeryüzündeki temsilcileri, (çoğu kedini öyle gösteriyordu) tanrısal güçlerini insanlara kabul ettirmek için birçok yollar buldular. Çeşitli ayinlerde giyinmek ve takınmak üzere simgesel vasıtalara başvururlardı. Bu ayinlerde ekinlerin bereketli olması, insanların kötü ruhlardan korunması veya başarılı olmaları için değişik zaman ve kabilelerde çeşitli isimler altında ruhban sınıfınca insan ve tabiat kutsanırdı.
Tanrı sembolleri takıyı yarattı
Öncelikle tanrı krallar ve rahipler, sahip oldukları güçleri üzerlerinde taşıdıkları sembollerden alırlardı. Onlar kendilerine tanrılarınca bağışlanmış şeylerdi. Bu bağışlanmış simgeler o zamana kadar keşfedilmiş kıymetli taş ve madenlerden yapılırlardı. İşte bu sembollerdir ki günümüz takılarının menşeidir. İnsanoğlu binlerce yıl içinde kurduğu çeşitli medeniyetlerle kendi yapar kendi tapar misali icad ettikleri tanrıları ile belki bilerek, belki de bilmeyerek günümüz kuyumculuğunun temellerini atmış oluyorlardı. Ortaya koydukları birçok eserle de gerçekten insanı hayrete düşürecek derecede başarılı olmuşlardır. O eserlerdir ki, bugün dünya müzelerini süslemektedir. Özellikle altın ve gümüş üzerine kıymetli taşlarla bezenmiş olanlar günümüz sanatçı ve eleştirmenlerini hayrete düşürecek derecede estetik ölçülere sahiptirler. Kaynağını çok tanrılı dinlerden aldığını belirttiğimiz takılar, semavi dinler içinde de kendilerine yer bulmada zorlanmadılar ve gecikmediler. İşte binlerce yıllık geçmişi olan Türk toplumu da değişe gelişe özellikle de doğum ve evlilik gibi mutlu günlerle töreleştirdiği adetleriyle büyük bir medeniyet meydana getirmiştir. Orta Asya’dan başlayıp çeşitli adlar altında kurdukları çok sayıdaki Türk devletleriyle, dünya giyim kuşam sanatına, büyük katkılarda bulunmuşlardır. Öncelikle Uygur Türkleri, daha sonraları da Selçuklu ve en önemlisi ise Osmanlı medeniyeti, bütün dünyayı uzun müddet hayran bırakmıştır.
Makineleşme sanatı bozdu
Ancak 20. yüzyılın sonlarına doğru, bizde ve dünyada makineleşme, kuyumculuk ve takı sanatına büyük darbe vurmuştur. Santrüfüj döküm tekniği ve pres usulü ile birbirinin aynı binlerce takı kısa zamanda piyasaya sürülür olmuştur. Bir kitabı binlerce basarsınız, bir kaseti binlerce çoğaltırsınız. Bu yaygın eğitim, bilgilenme ve de eğlenmek için doğrudur. Ama sanat eseri için asla. Herkesin kulağında aynı küpe, herkesin bileğinde aynı bilezik ve herkesin evinde aynı tablo. İçinde sanatkarın ruhu ve nefesi olmayan şey sanat değildir. Zaten tekrar edilen şey sanat olamaz. Sanat fidanı iltifat gördüğü yerde yeşerir. İşte bu sayımızdan başlayarak, Anadolu kültüründe binlerce yıllık birikim sonucu oluşan takı kültürünü işleyeceğiz. Geçmişte emek verilen, alınteri dökülen eserlerden örnekler vereceğiz. Bunların arasında Anadolu’da bir kültürel birikim olan küpe, tepelik, gerdanlık, bazubent, bilezik, yüzük, kemer tokaları, Mühr-i Süleyman, ayna gibi eserleri ele alacağız.
Küpeler
Kulak memesine açılan deliğe, tel marifetiyle geçirilen takı. Burada da “aklın yolu birdir” sözünü hatırlamak gerekiyor. Zira birbirlerini tanımayan, dünyanın değişik bölgelerinde yaşayan insan toplulukları, konu süslenmek olduğunda küpeyi keşfetmişlerdir. Buradan hareketle sanatın da bütün takıların da böyle doğup böyle geliştiği hükmüne varabiliriz. Ne var ki, bütün takılar, onu kullanan kavimlerin kişilikleri ile bütünleşmiştir. Bu da insanoğlunun en takdire şayan yönünü ortaya koymasında yatmaktadır. Küpenin kaynağının tılsım olduğunu bilmem ama, türkçemizde “kulağına küpe olsun” (onu unutma, hatırla, bu sana ders olsun) sözünün bir manası olsa gerektir. Genelde kadınların kullandığı bu takıların eski dönemlerde erkeklerce de kullanıldığı bilinmektedir. Onun da sebebi maddi veya manevi köleliğin simgesidir. Mesela tarihte bazı devlet adamlarının da küpe taktıkları bilinir. Bunların başında büyük Türk Sultanı Yavuz Sultan Selim (1470-1520) gelmektedir. Küpelerde en çok mıhlama tekniği kullanılmıştır. Bu teknikle çok güzel murassa, kıymetli taşlarla bezenmiş küpeler yapılmıştır. Bu tekniğin dışında özellikle pırlanta etkisi yapan güverseli küpeler, incinin bol olduğu yörelerde ve incinin itibar gördüğü yörelerde de çokça incili küpeler yapılmıştır.
Ayrıca, küpe, bilezik ve kemer tokaları, çoğu zaman aynı teknikle yapılmışlardır. Üzerinde yaşadığımız Anadolu toprağı, başta; Hitit, Lidya, Urartu, İyon ve Troya olmak üzere çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmasından dolayı, dünya müzeleri ve bizim müzelerimiz bu medeniyetlerin kuyumculuk eserleri ile doludur. Bu medeniyetlerin sonraki mirasçıları ise önce Doğu Roma, ardından Anadolu Selçukluları, onun ardından da Osmanlı İmparatorluğu olmuştur. Özellikle Selçuklu ve Osmanlılar Orta Asya’dan getirdikleri maden sanatı teknikleri ile- ki Ruslar Asya Türklerine “Kuznetski” (demirci, madeni işleyen) derlerdi- yeni ve farklı eserler ortaya koyarak dünya kuyumculuk sanatına büyük katkıda bulunmuşlardır.
Birçok takı çeşidinde olduğu gibi küpelerde de birer itibar, asalet ve gösteriş sembolleriydiler. Kıymetli ve yarı kıymetli taşlarla kullanılarak yapılanlarının yanı sıra, kuyumculuk tekniklerinin tamamına yakını küpelerde kullanılmıştır. Bu tekniklerin başında, kıymetli taşlarla yapılan Alaturka ve Alafranga mıhlamalardır. Bunun dışında telkârî, testere işli oygu , kakma, çakma, vb. kullanılmıştır. Küpelerde tekniklerin yanı sıra sembolleşmiş çeşitli şekillerde kullanılmıştır. Bunların dışında “Mu” daha sonraları haç, altılı ve beş köşeli yıldızlar, ay ve tabiattan stilize edilmiş göz, el (Fatma’nın eli), yaprak, çiçek, böcek, kartal, aslan gibi çeşitli hayvanlardır. Günümüz kuyumculuğunda da eski eserler, taklit edilmelerinin yanı sıra, birçok ustalara kaynaklık yapmaktadır. Zaten dünü bilmeden günü kazanmak mümkün olmaz
Takı Tarihi insanlık tarihiyle yaşıt
Günümüzde kadınların vazgeçilmez aksesuarları arasında yer alan takı ve mücevherin öyküsü insanlık tarihi kadar eskilere dayanıyor. Tarihte ilk takılar deniz kabukları ve hayvan dişlerinden yapılırken, dünyada gerçek anlamda ilk kuyumculuk Mezopotamya’da ortaya çıkarak yayılmış.
Verimli hilal denilen İran, Akdeniz kıyı şeridi Mezopotamya ve Mısır’ın yer aldığı bölgede ortaya çıkıyor. Bu bölge tarım ürünleri bakımından bereketli ancak hammadde kaynakları yok. Bu nedenle Mezopotamyalı tüccarlar alışveriş için Anadolu’ya gelerek koloniler kurarak buralardan bakır, gümüş ve altın Afganistan’dan da kalay getiriyorlar. Bir grup sanatçı Mezopotamya’dan kalkıp Anadolu’ya geliyor. Örneğin Truva takıları böyle ortaya çıkmıştır. Kuyumculuk teknikleri Mısır ve Mezopotamya orijinli olarak çıkıyor ve bütün Akdeniz çevresine ve Avrupa içlerine yayılıyor.
Bilinen en eski kuyumculuk objesi ve takı hangisi?
İşin güzel tarafı tüm kuyumculuk objeleri birlikte ortaya çıkıyor. En eski kuyumculuk ürünleri Mezopotamya’da Ur şehrinin kral mezarlığından çıkartılmıştır. Bugün bile bir kuyumcu vitrinine koyun, müşteriyi çekecek mükemmelliktedir.
Takı ve mücevhere yüklenen anlamlar değişti mi?
Bence değişmedi. Dikkat ederseniz bir takı ve mücevher tasarlanırken öncelikle kime yapacağız sorusunu cevaplandırmaya çalışırız. Eğer genç bir kesime takı yapılacaksa modasal çizgide birbirine benzer koleksiyonlar yapılır. Ama yaş 30’un üstüne çıktığı zaman toplumsal statü de yükseldiği için kendi kişiliğini daha çok ifade edecek koleksiyonlar tercih edilir. Hangi meslek grubunda olduğumuzu göstermek için hala altın rozetler kullanıyoruz. Eski kabile toplumlarında takı hem kabile kimliğini işaret etmek için kullanılırdı. Takı aynı zamanda kabile içindeki alt sınıfları gösterirdi. Kadınların genç kız, nişanlı ya da evli olduğunu giysisinden saç tuvaletinden ve takısından tanımak mümkündü. Aynı statü işaretleri bugün modern toplumlarda da var.
Peki, kuyumculuk Türk uygarlıklarında ne zaman başladı ve gelişti?
Sibirya’da İskit anıt mezarları (kurgan) açıldı. İskitler, bozkırın tüm halklarını kapsıyor. 7. yüzyıla ait İskit kurganlarında mükemmel sanat eserleri ortaya çıkarıldı. Ölüm sonrası yaşam için hediyelerle donattıkları mezarların bazılarında usta kuyumcuların elinden çıkma altın kakma, ya da kaplama silahlar, altın heykelcikleri, koşum takımlarını süsleyen altın rölyefler, altın plakalarla kaplanmış tören elbiseler bozkır halklarının altına statü göstergesi olarak değer verdiklerini gösteriyor.
Türk devletlerinde en iyi altın işlemeciliğini hangi uygarlıklar yaptı?
Bizans tarihçileri, Göktürkler’in demir ve altın işlemeciliğinde mükemmel olduğunu söylerler. Macaristan’da Avar Türkleri’ne ait definelerde mükemmel sanat eserleri bulunmuştur. Eski Hun takıları, anıtsal ve son derece gösterişli. Doğu kültürlerinde sanat, daha ziyade sarayın dediklerinin ifadesidir. Örneğin Osmanlı’da gelenekselliğe bağlanıp gelenekseli kendi içinde mükemmelleştirme eğilimi görülüyor Batı’da bu yoktur sürekli bir yenilik arayışı vardır
15. yüzyıldan 21. yüzyıla Pırlanta
“Pırlanta Günleri” kapsamında düzenlenen 15. yüzyıldan 21. yüzyıla aşk pırlantaları fotoğraf sergisi büyük ilgi topladı. Sergide pırlantanın geçmişten bugüne yaşadığı gelişim süreci ele alındı. Bir aşk sembolü olarak elmasın altın halka ile buluşması ise 15. yüzyılın sonlarında gerçekleşti.
Yunanlıların gözünde tanrının gözyaşları, Romalılar için de yıldızlardan kopan parçalar… elması çevreleyen bu sihir onu, dünyanın en çok aranan mücevherlerinden biri haline getirmiş. Doğanın en nadide ve değerli armağanlarından biri olan elmas , milyarlarca yıl önce dünyanın kalbinde neredeyse zamanın başlangıcında oluşmuş.
Elmasın tarih boyunca süregelen hikayesi tutku, entrika ve gizemlerle dolu. Bu değerli madenin işlenmesiyle oluşan pırlanta ise geçmişten bugüne aşkın ve ihtirasın sembolü oldu…
Parıltısıyla kadınları yüzyıllardır cezbeden pırlanta, 1470 yılında aşkı anlatan yeni bir dil haline geldi. Avusturya Arşidükü Maximilian, eşi Burgundy’li Mary’e elmas bir yüzük taktı. Bu, ilk resmi aşk armağanı olan pırlantalı yüzük olarak bilinir. Günümüzün baget kesimini andıran pırlantalarla bezeli yüzük, Maximilian’ın başharfi M şeklinde tasarlanmıştı.
Diamond Trading Company (DTC) göz kamaştırıcı bir sergiye ev sahipliği yaptı. Eylül ayında İstanbul Harbiye Askeri Müze’de, Tüm zamanların aşkı: “Kadın ve Pırlanta” temalarıyla gerçekleştirilen Pırlanta Günleri , büyük ilgi topladı. Serginin en önemli amacı, tüketiciyi pırlanta konusunda bilgilendirmekti. Bu nedenle tüketiciler, sergi boyunca bir kadının mezuniyet, doğum günü, evlilik, doğum gibi yaşamının pek çok özel döneminde ona eşlik eden, o özel anları ölümsüzleştiren pırlantaları yakından görme ve deneme imkanı buldular.
Pırlanta Günleri kapsamında her dönemde ışıltısı ve zarafetiyle heyecan veren pırlantanın, yerkabuğunun derinliklerinden bir kadının zarif teninde göz alıcı bir mücevher olana kadar geçirdiği yolculuk, 15. yüzyıldan 21. yüzyıla aşk pırlantaları fotoğraf sergisinde yer aldı.
Aşk ve sevginin simgesi pırlantanın tarihi
15. Yüzyıl
Değerli taşla süslü altın halka, ortaçağda soyluların evliliklerini ilan etme yoluydu. Bir aşk sembolü olarak elmasın altın halka ile buluşması ise 15. Yüzyılın sonlarını buldu. Pırlanta, aşkı anlatan yeni bir dil oldu. Yıl 1470... Avusturya Arşidükü Maximilian, eşi Burgundy’li Mary’e elmas bir yüzük taktı. Bu, ilk resmi aşk armağanı olan elmas yüzük olarak bilinir. Günümüzün baget kesimini andıran elmaslarla bezeli yüzük, Maximilian’ın başharfi M şeklinde tasarlanmıştı.
16. Yüzyıl
16.yüzyılda kuyumculuk, kraliyet desteğiyle gelişme gösterdi. Ve elmas, kraliyet nişan ve evliliklerinin en gözde armağanı oldu.16. yüzyılda özellikle aristokrat sevgililer, elmasları bir kalem gibi kullanarak sevgi sözcüklerini camlara yazdılar ve flört ederken etkileyici bir yol buldular.
17. Yüzyıl
Yüzükler önce başparmağa takılırdı. Sonra, Hıristiyan düğün töreninde, papazın “Baba... Oğul... Ve Kutsal Ruh adına...” diyerek üç parmağa dokunması ve yüzüğü dördüncü parmağa takması beklenirdi. Romantik inanışa göre ise, yalnızca dördüncü parmaktaki damar doğrudan aşkın yuvası olan kalbe gidiyordu.
18. Yüzyıl
18. yüzyılda Brezilya’da elmas madenleri bulundu. Böylece elmas, kuyumcuların ana faaliyet alanına girdi. Orada keşfedilen elmaslar, Fransız Kraliyet Mücevherleri arasında yerlerini aldı, kraliyet nişan ve düğünlerinin ayrılmaz parçası oldu.
19. Yüzyıl
Bu bereket dolu çağda elmasların keyfini en çok çıkaran Kraliçe Viktorya oldu. Onun saltanatı döneminde İngiliz Kraliyeti’ne muhteşem elmaslı mücevherler armağan edildi.
20. Yüzyıl
20. yüzyılda romantizm farklılık gösterse de pırlanta, aşkın vazgeçilmez sembolü olmaya devam etti. Yeni taşların kesimleri mücevhercinin ustalığını öne çıkardı.
Monaco Prensi’nin Grace Kelly’ye armağan ettiği 12 karatlık elmas yüzük... Audrey Hepburn’ün Breakfast at Tiffany’s filminde taktığı birbirinden güzel pırlantalar... Dünyanın en ünlü yüzlerinden Marilyn Monroe’nun görkemli pırlantaları... Richard Burton’un Elizabeth Taylor’a verdiği 10 milyon doların üzerinde değer biçilen 33 karatlık Krupp ve damla şekilli 69 karatlık Taylor-Burton pırlantası... Hepsi 20. Yüzyılın unutulmaz fotoğraf kareleri arasında yerlerini aldı.
21. Yüzyıl
15. yüzyıldan bugüne, pırlanta aşkı hala ilk günkü gibi saf, eşsiz ve pırıl pırıl. Bugünün ünlü film yıldızlarının ve pop yıldızlarının özel tasarımlı pırlanta yüzükleri de bunu kanıtlıyor. Guy Ritchie’nin oğulları Rocco’nun doğumunda Madonna’ya armağan ettiği tria pırlanta yüzük... Oscar törenindeki zerafetini ailesinin armağan ettiği pırlanta kolyeyle tamamlayan Gwyneth Paltrow... Ünlü Hollywood aktörü Michael Douglas’ın Catherine Zeta Jones’a düğünlerinde armağan ettiği iri tektaş yüzük tüm zamanların aşkının 21. Yüzyıldaki temsilcilerinden sadece birkaçı
Antik çağın kuyumcu kenti Parion
Çanakkale'nin Biga ilçesine bağlı Kemer köyünde yer alan Parion Antik Kenti'nde, 2 bin yıl önce yaşayan Parion kralı ve kraliçesine ait olduğu tahmin edilen, altın taç ve çeşitli takılarla ile 150 parça tarihî eser bulundu. Antik çağın önde gelen kuyumculuk merkezi Parion’dan çıkarılan takılarda özellikle fantastik hayvan stili motifleri dikkat çekiyor.
Geçmişte birçok farklı uygarlığa ev sahipliği yapan Anadolu’nun neredeyse her köşesinden antik kentler ortaya çıkıyor. Tarihte önemli yer tutmuş bu kentlerde yapılan kazılarda ise, adeta topraktan hazineler fışkırıyor. Çanakkale’nin Biga ilçesine bağlı Parion (Kemer Köyü) antik kenti de bunlardan biri. Atatürk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Cevat Başaran başkanlığında yapılan kazılarda 2 bin yıl önce yaşayan kral veya kraliçeye ait olduğu tahmin edilen, altın taçlar, takılan ve 150 parça tarihî eser bulundu. Başaran, Gold News’e Parion antik kenti ve kazıdan çıkarılan takılar konusunda önemli açıklamalar yaptı.
Öncelikle Parion Antik Kenti ile ilgili bilgi verebilir misiniz?
Parion Antik Kenti, adını Troia Kralı Priamos’un ikinci karısı Hekabe’den doğma en küçük oğlu Paris’ten almıştır ve Parion, “Paris’in Kenti” anlamına geliyor. M.Ö.334’te Parion ve çevresi, Büyük İskender’in egemenliği altına geçer. M.Ö. 133’te, Bergama Krallığı’nın Roma’nın eline geçmesi sonrasında, Parion da, Provincia Asia içerisinde, Roma hakimiyetine girmiş olur. Roma Çağı’nda Parion’a büyük önem verilir
Antik kentteki kazılara ne zaman başladınız, neler buldunuz?
Aslında Parion kazılarının öyküsü 2004 yılında Kemer Köyü içerisinde, Nekropole İlköğretim Okulu yapma girişimiyle başlar. Bu sırada çok sayıda mezar iş makineleri tarafından tahrip edilince Çanakkale Müzesi, acil kurtarma kazılarına başlar. 2004 yılında çıkan Bakanlar Kurulu kararıyla kazılar, 20 Temmuz-18 Ağustos 2005 tarihleri arasında gerçekleştirildi.
Kazılarda bulduğunuz arkeolojik eserler ve takılar neler ve kimlere ait? Takılarda o dönemin hangi özellikleri öne çıkıyor?
Kazı çalışmalarında yaklaşık 60 mezar ve 4 taş sandık mezar (lahit) açıldı. Buluntuların Roma’dan Hellenistik döneme ve öncesi Klasik Döneme ait olduğu tahmin ediliyor. Büyük bir olasılıkla yönetici sınıftan bir kadına (Ana Kraliçe) ait mezarda, çeşitli takıların yanı sıra, ölü hediyeleri de bulundu. Mezarda altından yapılmış, uçları aslan başlı bir zincir kolye, bir çift nikeli küpe, altından zeytin yapraklarıyla süslenmiş bir diadem-saç bandı, altın saç iğneleri, bronz yüzükler ve bir altın dil altı sikkesi bulundu. Kral’a ait olduğu saptanan lahitte ise, iki altın dil altı sikkesi (levha) ve meyveli zeytin dalı biçimli üç altın taç çıkarıldı. Kazı da ayrıca, uçları keçi ve aslan başlı, altından bir zincir kolye, bir çift aslan protomlu altın küpe, yakut taşlı bir altın yüzük ortaya çıkarıldı.
Takılardan yola çıkarak o dönemin sosyal yaşantısı konusunda neler söyleyebilir siniz?
Mezar tipleri sosyal sınıflar arasındaki farklılıkları ortaya çıkarıyor. Değerli eserler genelde kadın ve çocukların mezarlarında bulundu. Parion’da yapılan kazının ilk bulguları, Parion’un, bölgenin en önemli kentlerinden biri olduğu, kuyumculuk ve altın işlemeciliği açısından da bölgede merkez olabilecek bir yapı gösterdiği anlaşılıyor. Lahitlerde ele geçen altın ve bronz takılarda genelde fantastik yaratıklarla hayvan stilinin egemen olduğu görülüyor. Bunlarda biçimlerin doğallığı, işçilik kalitesi ve deniz kabuğu takıların varlığı dikkati çekiyor. Altın taçlar genelde erkeklere ödül olarak veriliyor ve öldükten sonra mezarına bırakılıyor. Altın saç bandı ise genelde üst sınıf kadınlar tarafından kullanılıyor.
Parion Antik kentindeki bu kazı çalışmaları, bölgeye ne kazandıracak?
Parion’da bu yıl başlanılan ve gelecek yıllarda da sürdürülmesi planlanan kazılar, bölgenin canlanmasına büyük katkıda bulunacak. Bu çalışmaların ardından bölge turizmin hizmetine sunulacak.
Bu kazıdan yola çıkarak Türkiye’de bilinen ancak henüz gün yüzüne çıkartılamayan antik kentler var mı?
Anadolu’nun binlerce yıllık geçmişi, bugüne kadar ortaya çıkarılan kentlerle sınırlı değil. Daha düne kadar Parion adı çok bilinen antik bir kent değildi. Bu bölgenin altın açısından hayli zengin olduğu antik çağdan beri biliniyor.
Antik kentlerden çıkarılan takılar, Türkiye’de bir Takı Müzesi’nin kurulmasına nasıl bir katkı sağlayabilir?
Genelde arkeolojik kazılarda çıkan değerli maddelerden yapılmış takılar, il müzelerinde sergileniyor. Bu bağlamda, zengin koleksiyonların birleşimiyle bir “Özel Takı Müzesi” de oluşturulabilir. Ancak bunun için özel girişimlerin gerekli olduğu inancındayım
İNSANLIK TARİHİ KADAR ESKİ BİR İNANIŞ
İnsanlar sorulduğunda onu hep reddetti; hurafe, cahillik, saçmalık dedi. Sonra sayısız tılsım örneğinden herhangi birini takı olarak boynuna, koluna taktı, yaşamına soktu. Gözboncuğu nedir sizce? Ya da başta cami ve türbeler olmak üzere hemen tüm kubbeli yapıların tepesindeki alem?
Gözboncuğu ya da nazarlık. Yani kötü gözden, kötü nazardan koruyacağına inanılan takı. Anadolu’da prehistorik kazılarda bile çok sayıda gözboncu u örneği bulundu. 7-8 bin yıl önce de amaç bugünküyle aynıydı: Kem gözden korunmak... Gözboncuğu bir tılsımdı yani. Minarelerin, camilerin, türbelerin hemen tüm kubbe ya da konik çatıların değişmez
süsü âlem. İki işlevi var bu âlemin: Biri pratik işlev. Yani kubbeyi kaplayan kurşun levhaların tepede birleşme noktasındaki açıklığı örtmek.
İkincisi geleneksel işlev. Türkler Orta Asya’daki Şamanist dönemlerinde kötü ruhlara ve nazara karşı tılsım olarak çadırlarının ve evlerinin tepesine bir sırı a geçirilmiş yuvarlak, boncuk türü tepelikler koyarlardı. Âlem alışkanlığı ilk orada başladı.
Tılsım, büyülü bir sözcük. Hemen ardından büyü ve büyücülük gelir. Tılsımı neredeyse herkes kullanır ama büyücüye kimse iyi gözle bakmaz. O kadar ki, Hıristiyan dünyası asırlar boyunca büyücü yakma törenleriyle ünlenmiştir. Aslında büyücüler yakılmış ama büyücülerin hazırladı ı ya da ö rettiği tılsımlar kullanılmıştır.
Büyücü ve tılsım ilişkisi herdaim ticari bir ilişkidir. Tıpkı bugün oldu u gibi; parayı verirsin, büyücü ya da hocaya (gerçek hocalar tabii ki konumuz dışında) tılsımı yaptırırsın. O kadar yaygındır ki tılsım; yaşama ilişkin her ana, her soruna, karanlık da olsa her iste e ait bir tılsım mutlaka vardır. İsmet Zeki Eyübo lu, “Anadolu Büyüleri” ve “Sevgi Büyüleri” adlı iki kitabında en yaygın tılsım, büyü, muska, başlıklarını şöyle sıralıyor: “Hastalıkların Giderilmesi”, “Kötülüklerden Korunma”, “Dileklerin Gerçekleşmesi”, “Kız Ba lama”, “Erkek Bağlama”, “Güzel Görünme”, “Koca Bulma”, “Kız Kaçırma”, “Gebe Kalma”, “Kavuşturma”, “Göz Değmesini Önleme”, “Ayırma”, “Horlamayı Kesme”, “Saç Dökülmesini Önleme”, “Gelin ve Güveyi Ba lama”, “Döl Muskası”, “Sevgilileri ve Karı-Kocayı Ayırma Muskası”...
Ticaret rekabet demektir ve rekabet sizi geliştirir. Şaka bir yana, bunlar tılsımın insan aldatmaya ve saşarın sırtından para kazanmaya yönelik uygulamaları. Aslında tılsım, büyücülerden çok önce vardı. Hatta alet kullanan ilk insan tarafından yaratılmıştı demek abartı sayılmaz.TILSIM,
TELESMA, TALİSMAN...
“Tilasm” Arapça bir söz. Grekçe’de ise “Telesma”. İngilizce, Fransızca ve Almanca’da “talisman”. Türkçe’nin eski söylenişinde “tılısmat”, bugün “tılsım”...
İnsanlar binlerce yıldır üzerindeki resimler, işaretler, yazılar nedeniyle ya da yalnızca rengi, biçimi, az bulunması yüzünden gizli bir güç taşıdı ına inandıkları nesneleri böyle adlandırıyor. Bu ortak ad, tılsımın insan varlığıyla koşut geçmişinin; Orta Asya ve Mezopotamya’dan Mısır, Akdeniz ve Kuzey ülkelerine kadar geniş bir coğrafyaya yayıldı ını gösteriyor. Benzer inanışlara Afrika, Amerika, Avustralya kıtalarında da rastlanıyor. Tılsım, her toplulukta de işik özellikler taşısa da tarihin ilk ça larında bile evrensel bir kültür olabilmiş.
İlk tılsımın, bir taş devri insanının avını ya da düşmanını vurduğu sıradan bir taşa; ağırlık, keskinlik gibi Şziksel özellikleri dışında, rengi ya da üzerindeki farklı bir şekil nedeniyle gizli güçler atfetmesi ve onu uğurlu sayıp yanında taşıması yla keşfedildiği düşünülebilir. Budavranışın altında yatan, doğa koşulları karşısında zayıf ve savunmasız olan insanın, doğal bir olayı doğaüstü nedenlerle açıklaması, doğayı bu yolla etkileyebileceğini düşünmesi ve bu düşünceyle huzur bulup bunu inanç biçimi haline getirmesidir. Zaten dinler konusunda araştırma yapanlar da ilk insanın inancında din ve büyünün içiçe olduğunu, tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışından sonra bu kavramların birbirlerinden ayrıldıklarını söylüyor. İlk Türklerde, insanların Tanrı ve ruhlar dünyasıyla ilişkisini Şamanlar sa lıyordu. Ancak Şamanlar, insanları yaşamın her anında yakınında olup koruyamayacağı için, genellikle kayın ağacı, keçe, bez gibi malzemelerden ilkel tasvirler yapıyor (ongun), küçük deri parçaları üzerine bazı Şgür ve gizli işaret (bitig) çiziyor, insanlar da bunları yani tılsımları üzerlerinde ve evlerinde bulundurarak korunuyorlardı. Aradan onbinlerce yıl geçti. Ama insanlar hala çeşitli tasvir ve Şgürlerle korunmaya çalışıyor. Bir farkla; bunlar artık ilkel figürler değil; değerli metaller, değerli ve yarı değerli taşlarla yapılmış ziynet eşyaları...
Tılsımlı taşlar...
İnsanlar binlerce yıldır yalnız kendi ürettikleri yazı, resim ve desenlerin de il; değerli ve yarı değerli taşların ve bazı organik materyallerin de tılsım gücü oldu una inandılar. İşte size bu inanışlardan bir demet :
E l m a s : Yüzyıllardır kadınları erkeklere karşı sihirli bir koruma altı na almıştır. Hediye olarak alınan elmasın satın alınandan daha fazla koruyucu özelliğe sahip olduğuna inanılır. Büyü, zehirlenme, hastalık ve karabasanlardan korur; öfkeyi önleyip dirayetli olmayı sağlar Zümrüt : Yeşil rengi yüzünden yağmur yağdırdığına inanılır. Beden-ruh-zihin için tonik vazifesi görür ve kuvvetli bir duygusal dengeleyicidir. Zümrüte kimi yerlerde “Koşulsuz Aşk Taşı” da denir. Sevgililerin birbirlerine verebileceği en iyi arma an olarak görülür.
S i t r i n : Böbrek, kolon, ci erler, hazım organları ve kalp için faydalıdır. Bir adı da “Tüccar Taşı” olan sitrini, kimi ticaret erbabı parasal gücü arttırdı ına inanarak kasasına koyar.
Sair: Krallar tarafından kötülükleri uzaklaştırmak için kullanılırdı. Ayrıca sevgilileri koruyan özel güçleri vardır. Kalp ve böbrekleri kuvvetlendirir, tüm salgı bezlerini harekete geçirir, pisişik yetenekleri arttırır ve sezgiyi güçlendirir.
Yeşim: Büyük Çin Ejderi’nin yeryüzüne boşalttığı tohumlarının donup yeşim taşı olduğuna inanılır. Bugün bile Çinli işadamları bir işe başlamadan önce yeşimden tılsımlarını tutar, okşar ve ondan güç alır.
Ayrıca akıl hastalıklarına, iç hastalıklarına, göz bozuklu una ve kadınların adet ve doğum sancılarına iyi geldi ine inanılır. Kırmızı mercan: Nazardan, cinlerden, büyü ve delilikten koruduğuna inanılır. Hormon dengesizliği olan kadınların ve doğumda zorluk çekmek istemeyenlerin cinsel organları yanında taşımaları tavsiye edilir. Ayrıca bebekleri koruduğu, diş çıkarmasına yardımcı olduğu söylenir. Kehribar: Kötü talihi yenmeyi sa lar, şansı açar. Kolyesinin, zehirlenmelere karşı korudu una inanılır. Penis şeklinde yontulup, takıldığında nazara ve kötü ruhlara karşı etkindir. Hayvan biçimlerinde işlenen kehribarlar erkeklerde cinsel gücü, kadınlarda do urganlığı artırır. Doğal şekli bozulmadan boyuna asıldı ında guatr hastalığını tedavi eder.
Lal: Cinsel enerjiyi ve duyarlı ı artırdı ı, cinsel dengesizlikleri düzelttiğine inanılır, bu yüzden “Tutkuların Taşı” da denir. Kalp şeklinde yapılmış tılsım laller, eşleri ve sevgilileri cezbetmeye yarar, yatak ve yastık altına konulduğunda kötü rüyaları ve gecenin kötü ruhlarını kovar.
Ametist: Ametist; eski çağlarda “sarhoşluğu yok eden taş” diye bilinirdi. Bu yüzden o dönemde ametistten kadeh, çanak gibi kaplar yapıldı. Ayrıca, endokrin ve ba ışıklık sistemini güçlendirir, kanı temizler ve enerji verir.
Kuvars: Duygusal dengeleyicidir. Beyin fonksiyonlarını düzenler. Büyücülerin kristal küreye bakarak kehanette bulunmaları, kuvarsın zihinsel konsantrasyonu kolaylaştırmasındandır.
Pembe kuvars: “Aşk Taşı” da denir. Onu üzerinde taşıyanı öfkeden, suçluluktan, korku ve kıskançlıktan korudu u ve kısırlı a karşı faydalı oldu una inanılır.
Dumanlı kuvars: “Rüya Taşı” da denilen bu taşın; umutsuzluğa, üzüntüye, öfkeye, depresyona ve di er negatif etkilere karşı korudu una inanılır.
Kaplan gözü: Bir tür kuvars olan bu taşın, taşıyanları başkalarına daha az ba ımlı kıldı ına inanılır. Ancak bu durum ikili ilişkileri, iş hayatını ve ortaklıkları olumsuz etkileyebilir.
Tedavi edici özelli i de vardır: Sindirim sistemi, dalak, pankreas ve kolon için faydalıdır.
Opal: Hakkında çelişkili inanışlar vardır. Talihsizli e yol açtı ı da söylenir, güven duygusunu artırıp, düşmanlara karşı güçlü kıldı ı da. Görme duyularını güçlendirip, sezgiyi arttırır. Üst bene ulaşmak için de kullanılabilir.
Lapis lazuli: Rengi yüzünden göklerin sembolü olarak kabul edilir. Küçük çocukları korkularından ve solunum yolu hastalıklarından uzak tuttu u için “Çocuk Taşı” da denir. İskeleti kuvvetlendirir, tiroid bezini harekete geçirir, tansiyon ve kaygıyı azaltır, zihni açar.
Hematit: Enerji ve canlılık verir, stresi azaltır. Çekim gücü fazla olduğundan, kişisel çekim, neşe, cesaret ve istek verir, kararsızların karar vermesini sağlar.
Yakut: Cesaret, ruhsal gelişme, liderlik, mutluluk duygularını arttırır. Cinsel aşırılıklara iyi geldiğine, tasadan, korkudan, zehirlenmeden, zihinsel bozukluklardan, erken ölümden hatta sel, fırtına gibi do al afetlerden korudu una inanılır. Yakut, ete ya da dişe takıldı ında güç ve enerji verir.
Akik: Bedeni ve zihni kuvvetlendirir, taşıyanı tehlikeden korur, uyumsuzluklara son verir.
Akik; uykusuzlu a, korkaklı a, karabasana, nazara ve metabolizmaya da faydalıdır.
Gerçeklerin farkına varılmasını sağlar. Aquamarine: Takana özellikle ölüm karşısında cesaret verdi i söylenir. Bu niteliği ve rengi yüzünden denizcilerin en önemli tılsımıdır. Kahinler geleceği görmek için kullandığından “Kahin Taşı” da denir. Ayrıca sinirleri yatıştırır, düşünceyi berraklaştırır ve yaratıcılığı artırır. Böbrek, karaciğer, dalak ve tiroid bezini kuvvetlendirir, vücudu temizler.
Obsidyen: Karın ve ba ırsakları iyileştirir, zihin ve duyguyu birleştirir. Kaygıyı azaltır, takıntıları düzeltir, akıl ve sevgi ile bağlarımızdan kopmamayı sağlar.
Kara kehribar: Cinlere ve melankolik durumlara karşı korur. Nazara karşı en üst koruma yaptığına inanılan taştır. Yakıldığında dumanının yılanları kovduğuna inanılır.
Aytaşı: Lenf sistemindeki bozuklukları düzeltir. Hindistan’da kutsal bir taştır ve sevgililerin ihtirasını artırdığına inanılır. Kadınlar kısırlığa iyi geldiği, üreme organlarındaki sorunları çözdüğü ve doğumu kolaylaştırdığı için taşırlar. Ayrıca, egoizmi giderdiği ve oburluğu tedavi ettiği de söylenir.
Topaz: Eski zamanların en kudretli taşlarından biri olan topazın, göz hastalıklarını ve veba gibi salgın hastalıkları ortadan kaldırdı ı söylenir.
Turkuaz: En yaygın tılsım taşıdır. Vücudu kuvvetlendirir, hücreleri yeniler, kan dolaşımını, ci erleri canlandırır. Sakinlik verir ve yaratıcı ifadeye güç kazandırır.
Oniks : Kaygıları azaltır, kadın/erkek zıtlaşmasını dengeler, ilikleri kuvvetlendirir, bağımlılıklardan kurtulmaya yardım eder
Taçların kullanım yerleri arasında, ilk örnekler için geçerli olan kutsal amaç ön plandadır. Tanrı ve tanrıçaların başlarında görülen taçlar taşıyanın kutsal sembolü olarak da kabul görüyordu. Örneğin; Şarap ve Tiyatro Tanrısı Dionysos'u gösteren birçok tasvirde tanrı, asma dallarından yapılmış ve salkım salkım üzümlerle bezenmiş büyük bir çelenkle karşımıza çıkar. Güneş Tanrısı Helios ise başında güneşin ışınlarını simgeleyen bir taçla betimlenir. Şehirleri, surları ve kent kapılarını koruyan Tanrıça Tykhe ise başında, şehir surlarını ve kapılarını gösteren bir taçla tasvir edilir. Özellikle Efes ve Antakya kentlerini koruyan Tykhe betimlerinde bu taçlara rastlanır. Ayrıca Artemis ve Aphrodite gibi koruyucu tanrıçaların başlarında da farklı semboller içeren gösterişli taçlar bulunurdu.Kuşkusuz taç kullanımı sadece tanrı ve tanrıçaların tekelinde değildi. Zamanla ölümlüler arasında da yayılan taç kullanımı değişik formlarıyla antik çağ yaşamının her alanında ilgi ile karşılanıyordu. Dinsel kullanımın yanı sıra, yarışma, evlenme ve cenaze gibi durumlarda da taçlar özel takılar olarak kullanılıyordu. Antik çağda ölümlü-ölümsüz herkes tarafından kullanılmış olan taçların ilk örnekleri, doğada bulunan malzemelerden yapılıyordu. Çeşitli bitkilerin dallarından ve yapraklarından yapılan bu ilk örnekler tanrı simgeleri olarak kabul görüyordu. Çelenk formlu taçlarda en çok kullanılan olan bitki kuşkusuz mersin, zeytin ve defnedir. Defne dallarından yapılan çelenkler antik çağda özellikle erkekler arasında oldukça yaygın hatta geleneksel bir kullanıma erişmiştir. Defne tacı ya da çelenginden söz açılınca, mitoloji ve söylencelere de değinmek gerekiyor. Antik Yunan Mitolojisi’nin en gözde anlatımlarından biri olan, defne çelenklerinin erkeklerin başlarını süslemesi Apollon ve Defne aşkına dayanmaktadır. Söylenceye göre tanrıların en yakışıklısı olan Apollon, ormanda dolaşırken güzeller güzeli bir kıza rastlamış ve ilk görüşte aşık olmuş. Ancak kız bakire kalmak için yemin etmiş olan ve erkeklerden uzak yaşayan Daphne adında bir güzelmiş. Apollon'un ısrarına karşılık vermeyen Daphne, Apollon'u arkasında bırakarak ormanın derinliklerine doğru koşmaya başlamış. Apollon da aşık olduğu kadının peşine takılmış ve amansız bir takip başlamış. Apollon, Daphne'ye yaklaşmaya başlayınca güzel kız tanrılara bakire kalmak istediğini söyleyerek yalvarmaya başlamış. Mesafe hızla kapanırken tanrılar kızın yakarışına kulak vermişler ve Daphne'yi tam Apollon yakalamışken hızla bir defne ağacına dönüştürmüşler. Apollon kızın kolunu yakaladığı anda, kızın yemyeşil dallarla kaplanan bedeni karşısında donup kalmış. Kız çok kısa bir sürede baştan aşağı dallar ve yapraklardan oluşan pırıl pırıl bir defne ağacına dönüşmüş. Kızın yemini bozulmamış ancak Apollon bu duruma çok üzülmüş ve kızı hiç unutmamak için yemin etmiş. Az önce kollarındaki güzel kızın ağaca dönen bedenine son kez sarılmış ve yapraklarla dolu dallarından birini alıp başına taç olarak takmış. Tanrı Apollon bu defne tacını başından hiç çıkarmamış ve daha sonraları genç erkeklerin defne tacı takmaları bir adet haline gelmiş. Özellikle erkeklerin, atletlerin ya da spor yarışmalarında derece alan erkeklerin başına hep defne taçları takılmış.
İlerleyen zamanla birlikte altın madenlerinin çalıştırılması, altın ve gümüşün işlenmesindeki gelişmelerle, özellikle Helenistik Dönem'de, taçlar ışıl ışıl altın yapraklara sahip olmuş. Altın dallar ve yaprakların yanı sıra, meşe palamutlar, çiçekler ve hatta arı, ağustos böceği gibi böcekler de çelenk formlu taçların görünümünü zenginleştirici unsurlar olarak kullanılmışlar.
Çelenk şeklindeki taçların yapımında, önce ince altın bir borunun içi, dayanıklı olsun diye reçine ya da balmumu ile dolduruluyor daha sonra da iki ucu birleştiriliyordu. Böylece başa oturan altın bir halka elde ediliyordu. Sonra dövülmüş altın levhalardan kesilerek şekillendirilen yapraklar, dallar, çiçekler ve hatta böcekler alttaki boruya ekleniyordu. Bu şekilde altının göz kamaştıran ışıltısı, antik çağ altın ustalarının becerikli ellerinden çıkan değişik motif ve figürlerle birleşerek sanat eseri sayılan taçlara dönüşüyordu.
Geç antik çağda taçlar daha çok rütbe ve statü göstergesi olarak kullanılır olmuştu. Toplum içindeki sosyal konumu belirten takılar arasında yer alan taçlar bu dönemlerde de takı olarak popülerliğini korumuştu.
Çelenk formlu taçların yanı sıra, diadem adı verilen taçlar da antik çağda rağbet gören baş takıları arasındadır. İnce altın levhalardan yapılan diademlerde form olarak iki tip vardır. Birinci gruptakiler alınlıklı diademlerdir ki bunlar üçgen şekillidirler. İki uçları arkada birleştirildiğinde alından üçgen şeklinde yükselir. İkinci grupta ise şerit ya da bant formlu diademler yer alır. Diademler adak ve sunu eşyası olarak kullanıldıkları gibi çoğunlukla mezar hediyesi olarak kullanılmışlardır. Özellikle Artemis ve Aphrodite'nin genç kız olarak betimlendiği eserlerde bu tanrıçalar diadem kullanırken gösterilmişlerdir.
Dünyaca ünlü diademler arasında yer alan ve bugün Moskova'daki Puskin Güzel Sanatlar Müzesi'nde sergilenen saçaklı diademler, antik Anadolu takı sanatının baş yapıtları olarak ilgi görmektedirler. Bu iki diadem, ünlü Troya antik kentinde bulunmuş ve yasadışı yollarla yurtdışına kaçırılmış. Yüzlerce altın eserle birlikte Moskova'da ortaya çıkan bu diademlerdeki sanat ve estetik, asırlar geçmesine karşın hâlâ görenlerin nefesini kesecek nitelikte. Alna dökülen incecik yapraklar, zülfü andıran ve omuzlara dökülen zarif saçaklar hep Anadolu'nun bitmez tükenmez zevkinin ve birikiminin bir yansımasıdır. Bu öyle bir yansımadır ki, ne aradan geçen yüzyıllar gölgeleyebilmiştir bu zarafeti, ne de Anadolu topraklarından uzakta, başka müzelerde yaşanan karanlık sürgün yılları... Troya'dan, Alacahöyük'ten, Efes'ten ve daha birçok Anadolu antik kentinden günümüze ulaşan taçlar, yüzyıllar sonra bile hem tasarımcılara ilham veriyorlar, hem de görenleri büyüleyici ışıltılarıyla etkiliyorlar aradan yüzyıllar geçmesine karşın...
Anadolu tarihinde önemli bir yeri olan Çatalhöyük'te yapılan kazılarda elde edilen taş bilezikler, bugün müzelerde günümüz insanıyla buluşuyor. Başlangıçta dinsel ve törensel anlamı olan takıların daha sonraları, süslenme ve kendini güzel gösterme amacıyla kullanılması sonucunda takılar değişik şekil ve malzemelerle yapılmış. İlk bilezikler daha çok deniz kabukları, kemik ve küçük taşlar gibi doğal malzemelerin dizilmesiyle elde edilmiş. Bu tip malzemelerden yapılmış bileziklerin çıkarttığı seslerin, ayinlere daha gizemli bir hava kattığını düşünür bazı araştırmacılar.
Anadolu'nun en eski merkezlerinden biri olan Alacahöyük'te, kral mezarlarında bulunan altın bilezikler M.Ö. 3. binde Anadolu'daki kuyumculuğun ulaştığı nokta hakkında bilgi verir. Hititler'den kalma duvar kabartmalardaki insan figürlerinin bileklerini süsleyen bileziklerdeki zenginlik dikkat çekicidir. Yüzleri birbirine dönük aslan başları ile süslenmiş bilezikler, Hititler'in severek kullandığı formlarından olmuş.
Anadolu kültürleri arasında maden sanatı ve kuyumculukta en başarılı olan toplum kuşkusuz Urartular. Urartular altın takıları törensel amaçla kullanırken, gümüş ve bronz takıları günlük yaşamda kullanmış. Urartu mezarlıklarında yapılan arkeolojik kazılarda bileziğin hem kadınlar, hem de erkekler tarafından kullanıldığı ortaya çıkmış.
Orta-Batı Anadolu'da hüküm süren ve tuttuğu her şeyi altına dönüştüren Kral Midas'ın halkı Frigler'in yaptığı takılar da kuyumculuğun sırlarının, estetikle buluşmasının bir göstergesi gibi. Pers istilası sırasında Doğu ile Batı sanatını topraklarında harmanlayan Anadolu, bu dönemde aslan başları, hatta gövdeleriyle süslü ağır altın bileziklerle göz kamaştırmış, eski çağların usta kuyumcularının ellerinde. Camdan yapılmış bilezik halkaların altın aslan başı uçlarla süslendiği örneklere de bu dönemde rastlarız. Bilezik halkası olarak camın asaletli ışıltısının yanı sıra, ince teller de bilezik yapımında kullanılmış. Bu tip ince tellerden oluşan bileziklerde; cam, kalsedon ya da kuvars gibi malzemelerden yapılan süslerle, bilezikler farklı ve daha göz alıcı bir hale getirilmişler; daha çok beğenilmek arzusuyla.
Batı Anadolu'da antik Yunan sanatının, yerli anlayışla
yorumlanması sonucunda takılarda da değişiklikler gözlenmiş. Gerek motif ve figürlerin çeşitliliği, gerek bu çeşitliliği pekiştiren ayrıntılı ve ince işçiliğin toplumlar arasında yayılmasıyla Batı Anadolu, kuyumculuk konusunda estetiğin ve teknolojinin birleştiği bir yer olmuş. Bu dönemde daha eski devirlerin mirası olarak kabul edilen uçları hayvan başlı bileziklerin yanı sıra, M.Ö. 4. yüzyıldan sonra bileziklerde, granül tekniğiyle yapılmış süsler ve telkâri şeritler de görülür. Artık bilezikler tamamen süslenme amacıyla kullanılmış ve gösteriş ön plana çıkmış. Ancak bilezik yapımında ağır ve törensel bir gösteriş yerine, son derece ince işçilikli ve ayrıntılarla zenginleştirilmiş sanatsal bir anlayış tercih edilmiş. Bu dönemden itibaren bilezik halkalarında değişik malzemeler kullanılmaya başlanmış. Altın, gümüş, bronz ya da cam ve kuvars gibi çeşitli malzemelerin bilezik yapımına uygulanmasıyla, takı sanatındaki gelişime paralel olarak, bilezik üretiminde de yeni gelişmeler ortaya çıkmış. Bilezik halkaları kimi zaman burkulmuş ya da düz boru olarak, kimi zaman da şeritler halinde şekil bulmuş, antik çağ kuyumcularının parmaklarında.
Helenistik dönemde ele geçirilen topraklardan sağlanan yeni malzemeler (sedef, inci vb.), yeni konular ve yeni teknolojilerle takı yapımında önemli bir devrim gerçekleşmiş. Zenginleşen üst tabakanın ve ticaretle uğraşanların estetik açıdan kaliteli takılara yönelmesi, bu ürünleri sanat eseri olarak kabul etmeleri sonucunda, takılara olan ilgi artmış ve özenli ve ince işçilikli takılar yapılmış. Bu dönemin takı gereksinimini karşılamak için oluşturan en önemli kuyumculuk merkezleri, Anadolu'da Lampsakos (Lapseki), Antiokheia (Antakya) ve Mısır'da İskenderiye'dir. Bu dönemde kuyumculuk tam anlamıyla renkli bir hal almış. Zümrüt, yakut ve granat gibi taşlarla süslenen takılar; incilerle, sedeflerle düşsel bir görünüme bürünmüş. Takılarda kabartmalı mitolojik figürlerden, aslan, yılan, kuş, vb gibi hayvan motiflerine kadar her konu özgürce kullanılmış. Ayrıca ipek püskül görünümünü veren sarkaçlardaki zarif işçilik sayesinde takılar daha sanatsal ve daha popüler bir görünüme kavuşmuş. Bu dönemde üretilen bileziklerde, hayvan başı olarak yapılan bilezik uçlarında çeşitlilikler görülür. Aslan başının yanı sıra, koç, dana, keçi, sfenks, boğa ve köpek başları da sıkça görülür. Ayrıca bileği ya da pazıyı birkaç defa saran, tamamı yılan formunda yapılmış olan bilezikler ve pazıbentler de bu döneme ait takılardandır. Bileziklerin orta kısımlarına telkâri süslemelerle yapılan ve günümüzün gemici düğümünü andıran "Herakles düğümü" motifi, bileziklerde ve kolyelerde sıkça karşımıza çıkar günümüz müzelerinde. Sabır ve özen gerektiren bu tip bileziklerin işçiliğini görünce, ister istemez tartışmasız bir hayranlık uyanıyor eski kuyumcu ustalarına, takı sanatçılarına...
M.Ö. 3. yüzyılda bilezik yapımında ortaya çıkan bir diğer yenilik ise menteşeli ve kilitli bileziklerdir. Bu tip bileziklerde daha değerli taşlar ve daha çok altın kullanılır.
Romalılar da Herakles düğümü motifini severek kullanmaya devam etmiş. Bunun yanı sıra, yılan figürlü bilezikler de eski dönemlerdeki kadar rağbet görmüşler. Cam ya da renkli boncuklardan yapılmış bileziklerle birlikte, değerli taşlarla süslenmiş bilezikler de bu dönemin önemli bilezik formları arasında yer almaktadır. Halkın kullandığı basit bilezikler arasında, düz altın levhalardan yapılan bilezikler ve altın tellerle yapılmış sade bilezikler de sayılabilir. Bizanslılar'ın üretmiş oldukları bileziklerde daha basit halkalar kullanılmış. Bu halkaların bazıları mine işçiliği ile renklendirilmişse de Bizans bilezikleri Yunan ve Roma bileziklerinde görülen ihtişam ve renklilikten uzak, daha basit bileziklerdir.
Ait olduğu kültür ne olursa olsun antik çağlarda üretilmiş olan bilezikler günümüzde görenleri hayrete düşürüyor aradan geçen zamanı hiçe sayarcasına. Zamanında tanrıçaların ya da ölümlü kadınların narin bileklerini süsleyen zarif bilezikler, bugün hala kuyumcu ustalarının ya da tasarımcılarının vazgeçemedikleri takılar arasında yaşamlarını sürdürüyor.
Tanrı sembolleri takıyı yarattı
Öncelikle tanrı krallar ve rahipler, sahip oldukları güçleri üzerlerinde taşıdıkları sembollerden alırlardı. Onlar kendilerine tanrılarınca bağışlanmış şeylerdi. Bu bağışlanmış simgeler o zamana kadar keşfedilmiş kıymetli taş ve madenlerden yapılırlardı. İşte bu sembollerdir ki günümüz takılarının menşeidir. İnsanoğlu binlerce yıl içinde kurduğu çeşitli medeniyetlerle kendi yapar kendi tapar misali icad ettikleri tanrıları ile belki bilerek, belki de bilmeyerek günümüz kuyumculuğunun temellerini atmış oluyorlardı. Ortaya koydukları birçok eserle de gerçekten insanı hayrete düşürecek derecede başarılı olmuşlardır. O eserlerdir ki, bugün dünya müzelerini süslemektedir. Özellikle altın ve gümüş üzerine kıymetli taşlarla bezenmiş olanlar günümüz sanatçı ve eleştirmenlerini hayrete düşürecek derecede estetik ölçülere sahiptirler. Kaynağını çok tanrılı dinlerden aldığını belirttiğimiz takılar, semavi dinler içinde de kendilerine yer bulmada zorlanmadılar ve gecikmediler. İşte binlerce yıllık geçmişi olan Türk toplumu da değişe gelişe özellikle de doğum ve evlilik gibi mutlu günlerle töreleştirdiği adetleriyle büyük bir medeniyet meydana getirmiştir. Orta Asya’dan başlayıp çeşitli adlar altında kurdukları çok sayıdaki Türk devletleriyle, dünya giyim kuşam sanatına, büyük katkılarda bulunmuşlardır. Öncelikle Uygur Türkleri, daha sonraları da Selçuklu ve en önemlisi ise Osmanlı medeniyeti, bütün dünyayı uzun müddet hayran bırakmıştır.
Makineleşme sanatı bozdu
Ancak 20. yüzyılın sonlarına doğru, bizde ve dünyada makineleşme, kuyumculuk ve takı sanatına büyük darbe vurmuştur. Santrüfüj döküm tekniği ve pres usulü ile birbirinin aynı binlerce takı kısa zamanda piyasaya sürülür olmuştur. Bir kitabı binlerce basarsınız, bir kaseti binlerce çoğaltırsınız. Bu yaygın eğitim, bilgilenme ve de eğlenmek için doğrudur. Ama sanat eseri için asla. Herkesin kulağında aynı küpe, herkesin bileğinde aynı bilezik ve herkesin evinde aynı tablo. İçinde sanatkarın ruhu ve nefesi olmayan şey sanat değildir. Zaten tekrar edilen şey sanat olamaz. Sanat fidanı iltifat gördüğü yerde yeşerir. İşte bu sayımızdan başlayarak, Anadolu kültüründe binlerce yıllık birikim sonucu oluşan takı kültürünü işleyeceğiz. Geçmişte emek verilen, alınteri dökülen eserlerden örnekler vereceğiz. Bunların arasında Anadolu’da bir kültürel birikim olan küpe, tepelik, gerdanlık, bazubent, bilezik, yüzük, kemer tokaları, Mühr-i Süleyman, ayna gibi eserleri ele alacağız.
Küpeler
Kulak memesine açılan deliğe, tel marifetiyle geçirilen takı. Burada da “aklın yolu birdir” sözünü hatırlamak gerekiyor. Zira birbirlerini tanımayan, dünyanın değişik bölgelerinde yaşayan insan toplulukları, konu süslenmek olduğunda küpeyi keşfetmişlerdir. Buradan hareketle sanatın da bütün takıların da böyle doğup böyle geliştiği hükmüne varabiliriz. Ne var ki, bütün takılar, onu kullanan kavimlerin kişilikleri ile bütünleşmiştir. Bu da insanoğlunun en takdire şayan yönünü ortaya koymasında yatmaktadır. Küpenin kaynağının tılsım olduğunu bilmem ama, türkçemizde “kulağına küpe olsun” (onu unutma, hatırla, bu sana ders olsun) sözünün bir manası olsa gerektir. Genelde kadınların kullandığı bu takıların eski dönemlerde erkeklerce de kullanıldığı bilinmektedir. Onun da sebebi maddi veya manevi köleliğin simgesidir. Mesela tarihte bazı devlet adamlarının da küpe taktıkları bilinir. Bunların başında büyük Türk Sultanı Yavuz Sultan Selim (1470-1520) gelmektedir. Küpelerde en çok mıhlama tekniği kullanılmıştır. Bu teknikle çok güzel murassa, kıymetli taşlarla bezenmiş küpeler yapılmıştır. Bu tekniğin dışında özellikle pırlanta etkisi yapan güverseli küpeler, incinin bol olduğu yörelerde ve incinin itibar gördüğü yörelerde de çokça incili küpeler yapılmıştır.
Ayrıca, küpe, bilezik ve kemer tokaları, çoğu zaman aynı teknikle yapılmışlardır. Üzerinde yaşadığımız Anadolu toprağı, başta; Hitit, Lidya, Urartu, İyon ve Troya olmak üzere çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmasından dolayı, dünya müzeleri ve bizim müzelerimiz bu medeniyetlerin kuyumculuk eserleri ile doludur. Bu medeniyetlerin sonraki mirasçıları ise önce Doğu Roma, ardından Anadolu Selçukluları, onun ardından da Osmanlı İmparatorluğu olmuştur. Özellikle Selçuklu ve Osmanlılar Orta Asya’dan getirdikleri maden sanatı teknikleri ile- ki Ruslar Asya Türklerine “Kuznetski” (demirci, madeni işleyen) derlerdi- yeni ve farklı eserler ortaya koyarak dünya kuyumculuk sanatına büyük katkıda bulunmuşlardır.
Birçok takı çeşidinde olduğu gibi küpelerde de birer itibar, asalet ve gösteriş sembolleriydiler. Kıymetli ve yarı kıymetli taşlarla kullanılarak yapılanlarının yanı sıra, kuyumculuk tekniklerinin tamamına yakını küpelerde kullanılmıştır. Bu tekniklerin başında, kıymetli taşlarla yapılan Alaturka ve Alafranga mıhlamalardır. Bunun dışında telkârî, testere işli oygu , kakma, çakma, vb. kullanılmıştır. Küpelerde tekniklerin yanı sıra sembolleşmiş çeşitli şekillerde kullanılmıştır. Bunların dışında “Mu” daha sonraları haç, altılı ve beş köşeli yıldızlar, ay ve tabiattan stilize edilmiş göz, el (Fatma’nın eli), yaprak, çiçek, böcek, kartal, aslan gibi çeşitli hayvanlardır. Günümüz kuyumculuğunda da eski eserler, taklit edilmelerinin yanı sıra, birçok ustalara kaynaklık yapmaktadır. Zaten dünü bilmeden günü kazanmak mümkün olmaz
Takı Tarihi insanlık tarihiyle yaşıt
Günümüzde kadınların vazgeçilmez aksesuarları arasında yer alan takı ve mücevherin öyküsü insanlık tarihi kadar eskilere dayanıyor. Tarihte ilk takılar deniz kabukları ve hayvan dişlerinden yapılırken, dünyada gerçek anlamda ilk kuyumculuk Mezopotamya’da ortaya çıkarak yayılmış.
Modern insanın kültürel ve biyolojik evrimini tamamladığı buzul çağının son evresinde, yani günümüzden 30-40 bin yıl öncesinde, ilkel sanatın ilk ürünlerinden biridir takılar. Takının tarihte dans, müzik ve beden süsleme gibi sanat ürünleriyle birlikte ortaya çıktığı tahmin ediliyor. Deniz kabukları, hayvan dişleri ve yumuşak taşlardan yapılan takılar daha çok dinsel ve büyüsel anlamlar taşıyordu. Madeni işleme şeklindeki kuyumculuk, M.Ö. 3. bin yılın başlarında, Mezopotamya ve Mısır’da önemli aşamalar kaydeder. Bu bölgeden ticari ilişkiler, diplomatik armağanlar, istilalar ve göçlerle kuyumculuk teknikleri ve takı formları dünyanın dört bir yanına ulaşır. Bugün bile kullanılan granilasyon, telkari, döküm teknikleri ve süs kakmalar Mezopotamya ve Mısır’da geliştirilerek, başarılı bir şekilde uygulanmıştır. Dokuz Eylül Üniversitesi, Taş ve Metal İşlemeciliği Programı Öğretim Görevlisi ve Kuyumculuk Tarihi Araştırmacısı Arkeolog Dr. Altan Türe, takı ve mücevherin öyküsünü Gold News okuyucuları için anlattı.
Takı, tarihte nasıl ortaya çıktı? Takının tarihi insanlığın kültür tarihi kadar eskidir. Arkeolojik ve antropolojik veriler bize ilk sanat ürünlerinin dans, müzik, takı ve beden süsleme olduğunu gösteriyor. Günümüzden yaklaşık 35 bin yıl kadar önce bu sanat ürünleri birdenbire karşımıza çıkıyor. İlk takılar dinsel ve büyüsel anlamlar taşıyordu. Kabile simgeleri olarak kullanılıyorlar. Malzeme olarak deniz kabukları, hayvan dişleri ve yumuşak taşlar kullanılıyordu. Tarım ve hayvancılığın başladığı yerleşik kültürlerin ortaya çıktığı çağda günümüzden 7 bin yıl önce ilk maden takılarla karşılaşıyoruz. Burada doğal, saf kurşunlar soğuk dövme teknikleriyle işleniyor. Apetik, florit ve obsidyen gibi renkli taşların ilk kez bu dönemde cilalanarak ve parlatılarak boncuk formuna getirilerek kullanıldığını görüyoruz. Yine bu dönemin sonuna doğru M.Ö. 4. bin yılda maden talebi artıyor. İnsanoğlu yeni madenler ararken 4. bin yılın başında ilk doğal altın ve gümüş madenlerini buluyor. Bu dönemde aynı zamanda ilk siyasi yapılar ve şehir devletleri de kuruluyor. Böylece tabakalı toplumlar ve statü simgeleri ortaya çıktı.
Bütün bunlar hangi uygarlık döneminde ortaya çıkıyor? Takı, tarihte nasıl ortaya çıktı? Takının tarihi insanlığın kültür tarihi kadar eskidir. Arkeolojik ve antropolojik veriler bize ilk sanat ürünlerinin dans, müzik, takı ve beden süsleme olduğunu gösteriyor. Günümüzden yaklaşık 35 bin yıl kadar önce bu sanat ürünleri birdenbire karşımıza çıkıyor. İlk takılar dinsel ve büyüsel anlamlar taşıyordu. Kabile simgeleri olarak kullanılıyorlar. Malzeme olarak deniz kabukları, hayvan dişleri ve yumuşak taşlar kullanılıyordu. Tarım ve hayvancılığın başladığı yerleşik kültürlerin ortaya çıktığı çağda günümüzden 7 bin yıl önce ilk maden takılarla karşılaşıyoruz. Burada doğal, saf kurşunlar soğuk dövme teknikleriyle işleniyor. Apetik, florit ve obsidyen gibi renkli taşların ilk kez bu dönemde cilalanarak ve parlatılarak boncuk formuna getirilerek kullanıldığını görüyoruz. Yine bu dönemin sonuna doğru M.Ö. 4. bin yılda maden talebi artıyor. İnsanoğlu yeni madenler ararken 4. bin yılın başında ilk doğal altın ve gümüş madenlerini buluyor. Bu dönemde aynı zamanda ilk siyasi yapılar ve şehir devletleri de kuruluyor. Böylece tabakalı toplumlar ve statü simgeleri ortaya çıktı.
Verimli hilal denilen İran, Akdeniz kıyı şeridi Mezopotamya ve Mısır’ın yer aldığı bölgede ortaya çıkıyor. Bu bölge tarım ürünleri bakımından bereketli ancak hammadde kaynakları yok. Bu nedenle Mezopotamyalı tüccarlar alışveriş için Anadolu’ya gelerek koloniler kurarak buralardan bakır, gümüş ve altın Afganistan’dan da kalay getiriyorlar. Bir grup sanatçı Mezopotamya’dan kalkıp Anadolu’ya geliyor. Örneğin Truva takıları böyle ortaya çıkmıştır. Kuyumculuk teknikleri Mısır ve Mezopotamya orijinli olarak çıkıyor ve bütün Akdeniz çevresine ve Avrupa içlerine yayılıyor.
Bilinen en eski kuyumculuk objesi ve takı hangisi?
İşin güzel tarafı tüm kuyumculuk objeleri birlikte ortaya çıkıyor. En eski kuyumculuk ürünleri Mezopotamya’da Ur şehrinin kral mezarlığından çıkartılmıştır. Bugün bile bir kuyumcu vitrinine koyun, müşteriyi çekecek mükemmelliktedir.
Takı ve mücevhere yüklenen anlamlar değişti mi?
Bence değişmedi. Dikkat ederseniz bir takı ve mücevher tasarlanırken öncelikle kime yapacağız sorusunu cevaplandırmaya çalışırız. Eğer genç bir kesime takı yapılacaksa modasal çizgide birbirine benzer koleksiyonlar yapılır. Ama yaş 30’un üstüne çıktığı zaman toplumsal statü de yükseldiği için kendi kişiliğini daha çok ifade edecek koleksiyonlar tercih edilir. Hangi meslek grubunda olduğumuzu göstermek için hala altın rozetler kullanıyoruz. Eski kabile toplumlarında takı hem kabile kimliğini işaret etmek için kullanılırdı. Takı aynı zamanda kabile içindeki alt sınıfları gösterirdi. Kadınların genç kız, nişanlı ya da evli olduğunu giysisinden saç tuvaletinden ve takısından tanımak mümkündü. Aynı statü işaretleri bugün modern toplumlarda da var.
Peki, kuyumculuk Türk uygarlıklarında ne zaman başladı ve gelişti?
Sibirya’da İskit anıt mezarları (kurgan) açıldı. İskitler, bozkırın tüm halklarını kapsıyor. 7. yüzyıla ait İskit kurganlarında mükemmel sanat eserleri ortaya çıkarıldı. Ölüm sonrası yaşam için hediyelerle donattıkları mezarların bazılarında usta kuyumcuların elinden çıkma altın kakma, ya da kaplama silahlar, altın heykelcikleri, koşum takımlarını süsleyen altın rölyefler, altın plakalarla kaplanmış tören elbiseler bozkır halklarının altına statü göstergesi olarak değer verdiklerini gösteriyor.
Türk devletlerinde en iyi altın işlemeciliğini hangi uygarlıklar yaptı?
Bizans tarihçileri, Göktürkler’in demir ve altın işlemeciliğinde mükemmel olduğunu söylerler. Macaristan’da Avar Türkleri’ne ait definelerde mükemmel sanat eserleri bulunmuştur. Eski Hun takıları, anıtsal ve son derece gösterişli. Doğu kültürlerinde sanat, daha ziyade sarayın dediklerinin ifadesidir. Örneğin Osmanlı’da gelenekselliğe bağlanıp gelenekseli kendi içinde mükemmelleştirme eğilimi görülüyor Batı’da bu yoktur sürekli bir yenilik arayışı vardır
15. yüzyıldan 21. yüzyıla Pırlanta
“Pırlanta Günleri” kapsamında düzenlenen 15. yüzyıldan 21. yüzyıla aşk pırlantaları fotoğraf sergisi büyük ilgi topladı. Sergide pırlantanın geçmişten bugüne yaşadığı gelişim süreci ele alındı. Bir aşk sembolü olarak elmasın altın halka ile buluşması ise 15. yüzyılın sonlarında gerçekleşti.
Yunanlıların gözünde tanrının gözyaşları, Romalılar için de yıldızlardan kopan parçalar… elması çevreleyen bu sihir onu, dünyanın en çok aranan mücevherlerinden biri haline getirmiş. Doğanın en nadide ve değerli armağanlarından biri olan elmas , milyarlarca yıl önce dünyanın kalbinde neredeyse zamanın başlangıcında oluşmuş.
Elmasın tarih boyunca süregelen hikayesi tutku, entrika ve gizemlerle dolu. Bu değerli madenin işlenmesiyle oluşan pırlanta ise geçmişten bugüne aşkın ve ihtirasın sembolü oldu…
Parıltısıyla kadınları yüzyıllardır cezbeden pırlanta, 1470 yılında aşkı anlatan yeni bir dil haline geldi. Avusturya Arşidükü Maximilian, eşi Burgundy’li Mary’e elmas bir yüzük taktı. Bu, ilk resmi aşk armağanı olan pırlantalı yüzük olarak bilinir. Günümüzün baget kesimini andıran pırlantalarla bezeli yüzük, Maximilian’ın başharfi M şeklinde tasarlanmıştı.
Diamond Trading Company (DTC) göz kamaştırıcı bir sergiye ev sahipliği yaptı. Eylül ayında İstanbul Harbiye Askeri Müze’de, Tüm zamanların aşkı: “Kadın ve Pırlanta” temalarıyla gerçekleştirilen Pırlanta Günleri , büyük ilgi topladı. Serginin en önemli amacı, tüketiciyi pırlanta konusunda bilgilendirmekti. Bu nedenle tüketiciler, sergi boyunca bir kadının mezuniyet, doğum günü, evlilik, doğum gibi yaşamının pek çok özel döneminde ona eşlik eden, o özel anları ölümsüzleştiren pırlantaları yakından görme ve deneme imkanı buldular.
Pırlanta Günleri kapsamında her dönemde ışıltısı ve zarafetiyle heyecan veren pırlantanın, yerkabuğunun derinliklerinden bir kadının zarif teninde göz alıcı bir mücevher olana kadar geçirdiği yolculuk, 15. yüzyıldan 21. yüzyıla aşk pırlantaları fotoğraf sergisinde yer aldı.
Aşk ve sevginin simgesi pırlantanın tarihi
15. Yüzyıl
Değerli taşla süslü altın halka, ortaçağda soyluların evliliklerini ilan etme yoluydu. Bir aşk sembolü olarak elmasın altın halka ile buluşması ise 15. Yüzyılın sonlarını buldu. Pırlanta, aşkı anlatan yeni bir dil oldu. Yıl 1470... Avusturya Arşidükü Maximilian, eşi Burgundy’li Mary’e elmas bir yüzük taktı. Bu, ilk resmi aşk armağanı olan elmas yüzük olarak bilinir. Günümüzün baget kesimini andıran elmaslarla bezeli yüzük, Maximilian’ın başharfi M şeklinde tasarlanmıştı.
16. Yüzyıl
16.yüzyılda kuyumculuk, kraliyet desteğiyle gelişme gösterdi. Ve elmas, kraliyet nişan ve evliliklerinin en gözde armağanı oldu.16. yüzyılda özellikle aristokrat sevgililer, elmasları bir kalem gibi kullanarak sevgi sözcüklerini camlara yazdılar ve flört ederken etkileyici bir yol buldular.
17. Yüzyıl
Yüzükler önce başparmağa takılırdı. Sonra, Hıristiyan düğün töreninde, papazın “Baba... Oğul... Ve Kutsal Ruh adına...” diyerek üç parmağa dokunması ve yüzüğü dördüncü parmağa takması beklenirdi. Romantik inanışa göre ise, yalnızca dördüncü parmaktaki damar doğrudan aşkın yuvası olan kalbe gidiyordu.
18. Yüzyıl
18. yüzyılda Brezilya’da elmas madenleri bulundu. Böylece elmas, kuyumcuların ana faaliyet alanına girdi. Orada keşfedilen elmaslar, Fransız Kraliyet Mücevherleri arasında yerlerini aldı, kraliyet nişan ve düğünlerinin ayrılmaz parçası oldu.
19. Yüzyıl
Bu bereket dolu çağda elmasların keyfini en çok çıkaran Kraliçe Viktorya oldu. Onun saltanatı döneminde İngiliz Kraliyeti’ne muhteşem elmaslı mücevherler armağan edildi.
20. Yüzyıl
20. yüzyılda romantizm farklılık gösterse de pırlanta, aşkın vazgeçilmez sembolü olmaya devam etti. Yeni taşların kesimleri mücevhercinin ustalığını öne çıkardı.
Monaco Prensi’nin Grace Kelly’ye armağan ettiği 12 karatlık elmas yüzük... Audrey Hepburn’ün Breakfast at Tiffany’s filminde taktığı birbirinden güzel pırlantalar... Dünyanın en ünlü yüzlerinden Marilyn Monroe’nun görkemli pırlantaları... Richard Burton’un Elizabeth Taylor’a verdiği 10 milyon doların üzerinde değer biçilen 33 karatlık Krupp ve damla şekilli 69 karatlık Taylor-Burton pırlantası... Hepsi 20. Yüzyılın unutulmaz fotoğraf kareleri arasında yerlerini aldı.
21. Yüzyıl
15. yüzyıldan bugüne, pırlanta aşkı hala ilk günkü gibi saf, eşsiz ve pırıl pırıl. Bugünün ünlü film yıldızlarının ve pop yıldızlarının özel tasarımlı pırlanta yüzükleri de bunu kanıtlıyor. Guy Ritchie’nin oğulları Rocco’nun doğumunda Madonna’ya armağan ettiği tria pırlanta yüzük... Oscar törenindeki zerafetini ailesinin armağan ettiği pırlanta kolyeyle tamamlayan Gwyneth Paltrow... Ünlü Hollywood aktörü Michael Douglas’ın Catherine Zeta Jones’a düğünlerinde armağan ettiği iri tektaş yüzük tüm zamanların aşkının 21. Yüzyıldaki temsilcilerinden sadece birkaçı
Antik çağın kuyumcu kenti Parion
Çanakkale'nin Biga ilçesine bağlı Kemer köyünde yer alan Parion Antik Kenti'nde, 2 bin yıl önce yaşayan Parion kralı ve kraliçesine ait olduğu tahmin edilen, altın taç ve çeşitli takılarla ile 150 parça tarihî eser bulundu. Antik çağın önde gelen kuyumculuk merkezi Parion’dan çıkarılan takılarda özellikle fantastik hayvan stili motifleri dikkat çekiyor.
Geçmişte birçok farklı uygarlığa ev sahipliği yapan Anadolu’nun neredeyse her köşesinden antik kentler ortaya çıkıyor. Tarihte önemli yer tutmuş bu kentlerde yapılan kazılarda ise, adeta topraktan hazineler fışkırıyor. Çanakkale’nin Biga ilçesine bağlı Parion (Kemer Köyü) antik kenti de bunlardan biri. Atatürk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Cevat Başaran başkanlığında yapılan kazılarda 2 bin yıl önce yaşayan kral veya kraliçeye ait olduğu tahmin edilen, altın taçlar, takılan ve 150 parça tarihî eser bulundu. Başaran, Gold News’e Parion antik kenti ve kazıdan çıkarılan takılar konusunda önemli açıklamalar yaptı.
Öncelikle Parion Antik Kenti ile ilgili bilgi verebilir misiniz?
Parion Antik Kenti, adını Troia Kralı Priamos’un ikinci karısı Hekabe’den doğma en küçük oğlu Paris’ten almıştır ve Parion, “Paris’in Kenti” anlamına geliyor. M.Ö.334’te Parion ve çevresi, Büyük İskender’in egemenliği altına geçer. M.Ö. 133’te, Bergama Krallığı’nın Roma’nın eline geçmesi sonrasında, Parion da, Provincia Asia içerisinde, Roma hakimiyetine girmiş olur. Roma Çağı’nda Parion’a büyük önem verilir
Antik kentteki kazılara ne zaman başladınız, neler buldunuz?
Aslında Parion kazılarının öyküsü 2004 yılında Kemer Köyü içerisinde, Nekropole İlköğretim Okulu yapma girişimiyle başlar. Bu sırada çok sayıda mezar iş makineleri tarafından tahrip edilince Çanakkale Müzesi, acil kurtarma kazılarına başlar. 2004 yılında çıkan Bakanlar Kurulu kararıyla kazılar, 20 Temmuz-18 Ağustos 2005 tarihleri arasında gerçekleştirildi.
Kazılarda bulduğunuz arkeolojik eserler ve takılar neler ve kimlere ait? Takılarda o dönemin hangi özellikleri öne çıkıyor?
Kazı çalışmalarında yaklaşık 60 mezar ve 4 taş sandık mezar (lahit) açıldı. Buluntuların Roma’dan Hellenistik döneme ve öncesi Klasik Döneme ait olduğu tahmin ediliyor. Büyük bir olasılıkla yönetici sınıftan bir kadına (Ana Kraliçe) ait mezarda, çeşitli takıların yanı sıra, ölü hediyeleri de bulundu. Mezarda altından yapılmış, uçları aslan başlı bir zincir kolye, bir çift nikeli küpe, altından zeytin yapraklarıyla süslenmiş bir diadem-saç bandı, altın saç iğneleri, bronz yüzükler ve bir altın dil altı sikkesi bulundu. Kral’a ait olduğu saptanan lahitte ise, iki altın dil altı sikkesi (levha) ve meyveli zeytin dalı biçimli üç altın taç çıkarıldı. Kazı da ayrıca, uçları keçi ve aslan başlı, altından bir zincir kolye, bir çift aslan protomlu altın küpe, yakut taşlı bir altın yüzük ortaya çıkarıldı.
Takılardan yola çıkarak o dönemin sosyal yaşantısı konusunda neler söyleyebilir siniz?
Mezar tipleri sosyal sınıflar arasındaki farklılıkları ortaya çıkarıyor. Değerli eserler genelde kadın ve çocukların mezarlarında bulundu. Parion’da yapılan kazının ilk bulguları, Parion’un, bölgenin en önemli kentlerinden biri olduğu, kuyumculuk ve altın işlemeciliği açısından da bölgede merkez olabilecek bir yapı gösterdiği anlaşılıyor. Lahitlerde ele geçen altın ve bronz takılarda genelde fantastik yaratıklarla hayvan stilinin egemen olduğu görülüyor. Bunlarda biçimlerin doğallığı, işçilik kalitesi ve deniz kabuğu takıların varlığı dikkati çekiyor. Altın taçlar genelde erkeklere ödül olarak veriliyor ve öldükten sonra mezarına bırakılıyor. Altın saç bandı ise genelde üst sınıf kadınlar tarafından kullanılıyor.
Parion Antik kentindeki bu kazı çalışmaları, bölgeye ne kazandıracak?
Parion’da bu yıl başlanılan ve gelecek yıllarda da sürdürülmesi planlanan kazılar, bölgenin canlanmasına büyük katkıda bulunacak. Bu çalışmaların ardından bölge turizmin hizmetine sunulacak.
Bu kazıdan yola çıkarak Türkiye’de bilinen ancak henüz gün yüzüne çıkartılamayan antik kentler var mı?
Anadolu’nun binlerce yıllık geçmişi, bugüne kadar ortaya çıkarılan kentlerle sınırlı değil. Daha düne kadar Parion adı çok bilinen antik bir kent değildi. Bu bölgenin altın açısından hayli zengin olduğu antik çağdan beri biliniyor.
Antik kentlerden çıkarılan takılar, Türkiye’de bir Takı Müzesi’nin kurulmasına nasıl bir katkı sağlayabilir?
Genelde arkeolojik kazılarda çıkan değerli maddelerden yapılmış takılar, il müzelerinde sergileniyor. Bu bağlamda, zengin koleksiyonların birleşimiyle bir “Özel Takı Müzesi” de oluşturulabilir. Ancak bunun için özel girişimlerin gerekli olduğu inancındayım
İNSANLIK TARİHİ KADAR ESKİ BİR İNANIŞ
İnsanlar sorulduğunda onu hep reddetti; hurafe, cahillik, saçmalık dedi. Sonra sayısız tılsım örneğinden herhangi birini takı olarak boynuna, koluna taktı, yaşamına soktu. Gözboncuğu nedir sizce? Ya da başta cami ve türbeler olmak üzere hemen tüm kubbeli yapıların tepesindeki alem?
Gözboncuğu ya da nazarlık. Yani kötü gözden, kötü nazardan koruyacağına inanılan takı. Anadolu’da prehistorik kazılarda bile çok sayıda gözboncu u örneği bulundu. 7-8 bin yıl önce de amaç bugünküyle aynıydı: Kem gözden korunmak... Gözboncuğu bir tılsımdı yani. Minarelerin, camilerin, türbelerin hemen tüm kubbe ya da konik çatıların değişmez
süsü âlem. İki işlevi var bu âlemin: Biri pratik işlev. Yani kubbeyi kaplayan kurşun levhaların tepede birleşme noktasındaki açıklığı örtmek.
İkincisi geleneksel işlev. Türkler Orta Asya’daki Şamanist dönemlerinde kötü ruhlara ve nazara karşı tılsım olarak çadırlarının ve evlerinin tepesine bir sırı a geçirilmiş yuvarlak, boncuk türü tepelikler koyarlardı. Âlem alışkanlığı ilk orada başladı.
Tılsım, büyülü bir sözcük. Hemen ardından büyü ve büyücülük gelir. Tılsımı neredeyse herkes kullanır ama büyücüye kimse iyi gözle bakmaz. O kadar ki, Hıristiyan dünyası asırlar boyunca büyücü yakma törenleriyle ünlenmiştir. Aslında büyücüler yakılmış ama büyücülerin hazırladı ı ya da ö rettiği tılsımlar kullanılmıştır.
Büyücü ve tılsım ilişkisi herdaim ticari bir ilişkidir. Tıpkı bugün oldu u gibi; parayı verirsin, büyücü ya da hocaya (gerçek hocalar tabii ki konumuz dışında) tılsımı yaptırırsın. O kadar yaygındır ki tılsım; yaşama ilişkin her ana, her soruna, karanlık da olsa her iste e ait bir tılsım mutlaka vardır. İsmet Zeki Eyübo lu, “Anadolu Büyüleri” ve “Sevgi Büyüleri” adlı iki kitabında en yaygın tılsım, büyü, muska, başlıklarını şöyle sıralıyor: “Hastalıkların Giderilmesi”, “Kötülüklerden Korunma”, “Dileklerin Gerçekleşmesi”, “Kız Ba lama”, “Erkek Bağlama”, “Güzel Görünme”, “Koca Bulma”, “Kız Kaçırma”, “Gebe Kalma”, “Kavuşturma”, “Göz Değmesini Önleme”, “Ayırma”, “Horlamayı Kesme”, “Saç Dökülmesini Önleme”, “Gelin ve Güveyi Ba lama”, “Döl Muskası”, “Sevgilileri ve Karı-Kocayı Ayırma Muskası”...
Ticaret rekabet demektir ve rekabet sizi geliştirir. Şaka bir yana, bunlar tılsımın insan aldatmaya ve saşarın sırtından para kazanmaya yönelik uygulamaları. Aslında tılsım, büyücülerden çok önce vardı. Hatta alet kullanan ilk insan tarafından yaratılmıştı demek abartı sayılmaz.TILSIM,
TELESMA, TALİSMAN...
“Tilasm” Arapça bir söz. Grekçe’de ise “Telesma”. İngilizce, Fransızca ve Almanca’da “talisman”. Türkçe’nin eski söylenişinde “tılısmat”, bugün “tılsım”...
İnsanlar binlerce yıldır üzerindeki resimler, işaretler, yazılar nedeniyle ya da yalnızca rengi, biçimi, az bulunması yüzünden gizli bir güç taşıdı ına inandıkları nesneleri böyle adlandırıyor. Bu ortak ad, tılsımın insan varlığıyla koşut geçmişinin; Orta Asya ve Mezopotamya’dan Mısır, Akdeniz ve Kuzey ülkelerine kadar geniş bir coğrafyaya yayıldı ını gösteriyor. Benzer inanışlara Afrika, Amerika, Avustralya kıtalarında da rastlanıyor. Tılsım, her toplulukta de işik özellikler taşısa da tarihin ilk ça larında bile evrensel bir kültür olabilmiş.
İlk tılsımın, bir taş devri insanının avını ya da düşmanını vurduğu sıradan bir taşa; ağırlık, keskinlik gibi Şziksel özellikleri dışında, rengi ya da üzerindeki farklı bir şekil nedeniyle gizli güçler atfetmesi ve onu uğurlu sayıp yanında taşıması yla keşfedildiği düşünülebilir. Budavranışın altında yatan, doğa koşulları karşısında zayıf ve savunmasız olan insanın, doğal bir olayı doğaüstü nedenlerle açıklaması, doğayı bu yolla etkileyebileceğini düşünmesi ve bu düşünceyle huzur bulup bunu inanç biçimi haline getirmesidir. Zaten dinler konusunda araştırma yapanlar da ilk insanın inancında din ve büyünün içiçe olduğunu, tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışından sonra bu kavramların birbirlerinden ayrıldıklarını söylüyor. İlk Türklerde, insanların Tanrı ve ruhlar dünyasıyla ilişkisini Şamanlar sa lıyordu. Ancak Şamanlar, insanları yaşamın her anında yakınında olup koruyamayacağı için, genellikle kayın ağacı, keçe, bez gibi malzemelerden ilkel tasvirler yapıyor (ongun), küçük deri parçaları üzerine bazı Şgür ve gizli işaret (bitig) çiziyor, insanlar da bunları yani tılsımları üzerlerinde ve evlerinde bulundurarak korunuyorlardı. Aradan onbinlerce yıl geçti. Ama insanlar hala çeşitli tasvir ve Şgürlerle korunmaya çalışıyor. Bir farkla; bunlar artık ilkel figürler değil; değerli metaller, değerli ve yarı değerli taşlarla yapılmış ziynet eşyaları...
Tılsımlı taşlar...
İnsanlar binlerce yıldır yalnız kendi ürettikleri yazı, resim ve desenlerin de il; değerli ve yarı değerli taşların ve bazı organik materyallerin de tılsım gücü oldu una inandılar. İşte size bu inanışlardan bir demet :
E l m a s : Yüzyıllardır kadınları erkeklere karşı sihirli bir koruma altı na almıştır. Hediye olarak alınan elmasın satın alınandan daha fazla koruyucu özelliğe sahip olduğuna inanılır. Büyü, zehirlenme, hastalık ve karabasanlardan korur; öfkeyi önleyip dirayetli olmayı sağlar Zümrüt : Yeşil rengi yüzünden yağmur yağdırdığına inanılır. Beden-ruh-zihin için tonik vazifesi görür ve kuvvetli bir duygusal dengeleyicidir. Zümrüte kimi yerlerde “Koşulsuz Aşk Taşı” da denir. Sevgililerin birbirlerine verebileceği en iyi arma an olarak görülür.
S i t r i n : Böbrek, kolon, ci erler, hazım organları ve kalp için faydalıdır. Bir adı da “Tüccar Taşı” olan sitrini, kimi ticaret erbabı parasal gücü arttırdı ına inanarak kasasına koyar.
Sair: Krallar tarafından kötülükleri uzaklaştırmak için kullanılırdı. Ayrıca sevgilileri koruyan özel güçleri vardır. Kalp ve böbrekleri kuvvetlendirir, tüm salgı bezlerini harekete geçirir, pisişik yetenekleri arttırır ve sezgiyi güçlendirir.
Yeşim: Büyük Çin Ejderi’nin yeryüzüne boşalttığı tohumlarının donup yeşim taşı olduğuna inanılır. Bugün bile Çinli işadamları bir işe başlamadan önce yeşimden tılsımlarını tutar, okşar ve ondan güç alır.
Ayrıca akıl hastalıklarına, iç hastalıklarına, göz bozuklu una ve kadınların adet ve doğum sancılarına iyi geldi ine inanılır. Kırmızı mercan: Nazardan, cinlerden, büyü ve delilikten koruduğuna inanılır. Hormon dengesizliği olan kadınların ve doğumda zorluk çekmek istemeyenlerin cinsel organları yanında taşımaları tavsiye edilir. Ayrıca bebekleri koruduğu, diş çıkarmasına yardımcı olduğu söylenir. Kehribar: Kötü talihi yenmeyi sa lar, şansı açar. Kolyesinin, zehirlenmelere karşı korudu una inanılır. Penis şeklinde yontulup, takıldığında nazara ve kötü ruhlara karşı etkindir. Hayvan biçimlerinde işlenen kehribarlar erkeklerde cinsel gücü, kadınlarda do urganlığı artırır. Doğal şekli bozulmadan boyuna asıldı ında guatr hastalığını tedavi eder.
Lal: Cinsel enerjiyi ve duyarlı ı artırdı ı, cinsel dengesizlikleri düzelttiğine inanılır, bu yüzden “Tutkuların Taşı” da denir. Kalp şeklinde yapılmış tılsım laller, eşleri ve sevgilileri cezbetmeye yarar, yatak ve yastık altına konulduğunda kötü rüyaları ve gecenin kötü ruhlarını kovar.
Ametist: Ametist; eski çağlarda “sarhoşluğu yok eden taş” diye bilinirdi. Bu yüzden o dönemde ametistten kadeh, çanak gibi kaplar yapıldı. Ayrıca, endokrin ve ba ışıklık sistemini güçlendirir, kanı temizler ve enerji verir.
Kuvars: Duygusal dengeleyicidir. Beyin fonksiyonlarını düzenler. Büyücülerin kristal küreye bakarak kehanette bulunmaları, kuvarsın zihinsel konsantrasyonu kolaylaştırmasındandır.
Pembe kuvars: “Aşk Taşı” da denir. Onu üzerinde taşıyanı öfkeden, suçluluktan, korku ve kıskançlıktan korudu u ve kısırlı a karşı faydalı oldu una inanılır.
Dumanlı kuvars: “Rüya Taşı” da denilen bu taşın; umutsuzluğa, üzüntüye, öfkeye, depresyona ve di er negatif etkilere karşı korudu una inanılır.
Kaplan gözü: Bir tür kuvars olan bu taşın, taşıyanları başkalarına daha az ba ımlı kıldı ına inanılır. Ancak bu durum ikili ilişkileri, iş hayatını ve ortaklıkları olumsuz etkileyebilir.
Tedavi edici özelli i de vardır: Sindirim sistemi, dalak, pankreas ve kolon için faydalıdır.
Opal: Hakkında çelişkili inanışlar vardır. Talihsizli e yol açtı ı da söylenir, güven duygusunu artırıp, düşmanlara karşı güçlü kıldı ı da. Görme duyularını güçlendirip, sezgiyi arttırır. Üst bene ulaşmak için de kullanılabilir.
Lapis lazuli: Rengi yüzünden göklerin sembolü olarak kabul edilir. Küçük çocukları korkularından ve solunum yolu hastalıklarından uzak tuttu u için “Çocuk Taşı” da denir. İskeleti kuvvetlendirir, tiroid bezini harekete geçirir, tansiyon ve kaygıyı azaltır, zihni açar.
Hematit: Enerji ve canlılık verir, stresi azaltır. Çekim gücü fazla olduğundan, kişisel çekim, neşe, cesaret ve istek verir, kararsızların karar vermesini sağlar.
Yakut: Cesaret, ruhsal gelişme, liderlik, mutluluk duygularını arttırır. Cinsel aşırılıklara iyi geldiğine, tasadan, korkudan, zehirlenmeden, zihinsel bozukluklardan, erken ölümden hatta sel, fırtına gibi do al afetlerden korudu una inanılır. Yakut, ete ya da dişe takıldı ında güç ve enerji verir.
Akik: Bedeni ve zihni kuvvetlendirir, taşıyanı tehlikeden korur, uyumsuzluklara son verir.
Akik; uykusuzlu a, korkaklı a, karabasana, nazara ve metabolizmaya da faydalıdır.
Gerçeklerin farkına varılmasını sağlar. Aquamarine: Takana özellikle ölüm karşısında cesaret verdi i söylenir. Bu niteliği ve rengi yüzünden denizcilerin en önemli tılsımıdır. Kahinler geleceği görmek için kullandığından “Kahin Taşı” da denir. Ayrıca sinirleri yatıştırır, düşünceyi berraklaştırır ve yaratıcılığı artırır. Böbrek, karaciğer, dalak ve tiroid bezini kuvvetlendirir, vücudu temizler.
Obsidyen: Karın ve ba ırsakları iyileştirir, zihin ve duyguyu birleştirir. Kaygıyı azaltır, takıntıları düzeltir, akıl ve sevgi ile bağlarımızdan kopmamayı sağlar.
Kara kehribar: Cinlere ve melankolik durumlara karşı korur. Nazara karşı en üst koruma yaptığına inanılan taştır. Yakıldığında dumanının yılanları kovduğuna inanılır.
Aytaşı: Lenf sistemindeki bozuklukları düzeltir. Hindistan’da kutsal bir taştır ve sevgililerin ihtirasını artırdığına inanılır. Kadınlar kısırlığa iyi geldiği, üreme organlarındaki sorunları çözdüğü ve doğumu kolaylaştırdığı için taşırlar. Ayrıca, egoizmi giderdiği ve oburluğu tedavi ettiği de söylenir.
Topaz: Eski zamanların en kudretli taşlarından biri olan topazın, göz hastalıklarını ve veba gibi salgın hastalıkları ortadan kaldırdı ı söylenir.
Turkuaz: En yaygın tılsım taşıdır. Vücudu kuvvetlendirir, hücreleri yeniler, kan dolaşımını, ci erleri canlandırır. Sakinlik verir ve yaratıcı ifadeye güç kazandırır.
Oniks : Kaygıları azaltır, kadın/erkek zıtlaşmasını dengeler, ilikleri kuvvetlendirir, bağımlılıklardan kurtulmaya yardım eder
ANADOLU'DA MÜCEVHER SANATI
Anadolu mücevher sanatı, tam dört bin yıllık bir tarihten geliyor. Dünyada bir eşi daha görülmeyen bu sanat, Anadolu uygarlıklarının özünden doğmuş. Sınırsız biçimler yaratmış. Güzellik, renk, ışık üretmiş. Yaratılan her biçim, aynı zamanda bir fikir olmuş. Anadolu'nun eski kuyumcuları, fikirleri, felsefeleri ve hayalleri mücevhere dönüştürmüşler. Mücevher ölümsüzlüğün de bir biçimi olmuş. Alacahöyüklü usta, prensesler için yaptığı taca her baktığında yeniden doğmuş.
Güneş, buğday, arpa ve yulaf ekili geniş ovayı bir yangın kızılı rengine büründürerek yavaşça batıyordu. Sabahtan beri havaya bembeyaz pamukçuklar saçan kavak ağaçlarının gölgeleri uzamıştı. Oraklarını omuzlarına atmış yorgun erkekler tarladan dönüyor, suları genellikle kızıl renkte aktığı için halkın ‘’Kızılırmak’’ diye isimlendirdiği suyun kenarında sabahtan beri otlamış olan ipek tüylü keçiler, boyunlarındaki çıngırakları öttürerek, ahırlarına dönüyordu. Batmakta olan güneşin kızıl ışıkları, şehrin bitişik evlerini son bir kez daha kor kırmızı ışıklarla yıkarken, Prenses Tudu-Hepa aynanın karşısına geçti. Doğup büyüdüğü Lawazantiya şehrinden on beş yaşına bastığı birkaç ay önce çıkmış ve evlendiği Kral Teşup’un şehri olan Tarhuntaşşa’daki bu saraya yerleşmişti. Mısır keteninden dikilmiş bembeyaz elbisesi içinde, esmer ince gövdesi, beline kadar inen kuzguni siyah saçları, havaya kalkık burnu ve çetrefil kirpikli koyu renk gözleriyle pek güzel, pek alımlıydı. Görür görmez kendisine Mısırca ‘’Maa’at Hor-Neferure’’ yani ‘’Başakların Kraliçesi’’ adını takmış olan Mısırlı elçilere bu gece verilecek resmi devlet ziyafetinde göz kamaştırması gerektiğini biliyordu.
Taçlar, kraliçeler içindir
Aynanın karşısında süslenmeye başladı. Dövme demirlerle süslü büyük sandıktan çıkardığı altın tacı yavaşça başına koydu. Taç, altın levhadan kesilmiş enli bir parçanın çember şeklinde döndürülmesiyle yapılmıştı. İçleri çaprazlama bölünmüş ajur dikdörtgenlerin yan yana getirilmesiyle meydana getirilmiş üst üste dört banttan oluşmuştu. Dikdörtgenlerin köşeleriyle diademin alt ve üst kenarı boydan boya kabartma noktalarla bezeliydi.
Tanrıça Sutek’in himayesindeki kuyumcu ustaları tarafından, ‘Aşağı Şehir’de altının günler ve gecelerce zarif ve nazik bir şekilde hafif çekiçlerle dövülmesiyle yapılmıştı. Mum ışığında pırıl pırıl parlayan tacın kenarlarından fışkırıp, adeta bir şelale gibi beline dökülen siyah saçlarını topladı ve yine altından saç tokasının içine soktu. Toka, iç kalıp üzerine ince altın safiha ile kaplanmış ve bükülmüştü. Üzeri, bugünkü kuyumcuların ‘’Repousse’’ dedikleri teknikle yapılmış dövme kabartmalarla süslüydü. Tokanın altın iğnesinin başı ise, bir adet kuvars kristalinden, bir adet de altın boncuktan oluşmuştu. Son olarak da küpelerini taktı. İnce altın teller içi boş olarak çevrilip daire şekline getirildikten sonra, üst kısmı ay, alt bölümü de istiridye kabuğu haline getirilmiş, uçları karşılıklı ve aralıklı duran zarif küpelerdi bunlar. Aynada kendine son bir kez daha baktı. Muhteşem görünüyordu. Fırat Nehri kıyısındaki yabani kuğuların zarafeti ve gururu ile yemek salonuna doğru ilerlerken, bu göz kamaştırıcı güzelliğiyle, pek yakında başlayacağı söylenen Hitit-Mısır savaşını, belki de önleyebileceğini düşünüyordu.
Altını süsleyen Anadolulular
Bu satırlar tabii ki bir kurgu, bir canlandırma. Ama Hitit Kraliçesi’nin taktığı altın taç, saç tokası ve küpeler tümüyle gerçek. Bunlar ve altın işleme sanatının buna benzer yüzlerce örneği, bugün Anadolu Medeniyetleri Müzesi ile British Museum’da göz kamaştırmaya devam ediyor. Gold News’in 149’uncu sayısında ‘’Sarı Altının Kara Yolculuğu’’nun başlangıcını anlatmış ve ‘’Bundan sonraki sayılarımızda da Anadolu’da serpilip gelişmiş olan uygarlıklarda altının yerini ve Anadolu’daki gelişimini anlatacağız’’ demiştik. Bu yolculukta Troya, Alacahöyük, Eskiyapar, Horoztepe, Alişar, Boğazkale, Anadolu’daki Asur kolonileri, Kaniş ve Karum, Gordion, Frig, Urartu, Ege, Bizans ve Osmanlı gibi sayısız kilometre taşı var ve biz Alacahöyük’ten başlıyoruz.
Alacahöyük yerleşimini ilk bulan ve dünyaya tanıtan kişi, 1893 yılında ise E. Chantre olmuş. Daha sonra bir çok Avrupalı arkeolog ve tarihçi de Alacahöyük’ü incelemiş.Ancak bu incelemeler küçük çaplı kişisel girişimler olarak kalmış. Höyük'te gerçek anlamda ilk sistemli kazılar, Cumhuriyet Döneminde Atatürk tarafından başlatılmış. 1935 yılında Türk Tarih Kurumu adına Hamit Zübeyr Koşay, Remzi Oğuz Arık ve Mahmut Akok gerçekleştirdiği ilk kazı çalışmaları ve onu izleyen incelemeler sonucunda, Alacahöyük'te Kalkolitik, Eski Tunç, Hitit ve Frig dönemlerini kapsayan 4 ayrı kültür çağı bulunmuş. Böylece insanların milattan önce 4’üncü bin yıldan başlayıp, yine milattan önce 750 yılına kadar burada altın işlemeciliğini göz kamaştıran bir sanat haline getirdikleri ortaya çıkmış.
Anadolu kuyumcu ustaları, yıkama yöntemiyle tabiattan elde edilen altını bir sanat eseri haline getirirken, ince kum ile perdahlamışlar. Oysa bu yöntem, ne daha önce ne de daha sonra altın işçiliği yapan dünyanın başka hiçbir yerinde görülmemiş, bilinmemiş. Alacahöyük’te bulunan mücevheratın incelenmesinden anlaşılmış ki, Anadolu kuyumcu ustaları ta ‘’Tunç Çağı’’ndan beri, yani insanoğlunun bakıra kalay katmakla elde ettiği tunçtan itibaren, altın madenine dövme, döküm, perçinleme, kaplama gibi imalat teknikleri uygulamanın yanı sıra, kazıma, kabartma, granüle etme, delik işi yapma, kakma, telkari ve renkli taş ile süsleme yapmayı da keşfetmişler. Ayrıca, altın ve gümüşle birlikte zümrüt, yakut, agat, akuamarin, grena, karneol, sard, plasma ve amatist gibi gibi değerli taşları da kullanarak kuyumculukta adına bugün ‘’Oriantalizan’’ adını verdiğimiz yepyeni bir sanat sentezi ortaya çıkarmışlar. Taç, küpe, broş, toka, elbise kemeri gibi takılarda hilal, spiral şekilleri, nar, meşe palamudu gibi motifler kullanarak, tarihin belki de en eski ‘’doğu-batı’’ sentezini yaratmışlar. Bu bulgulara göre, Anadolu mücevher sanatı, tam dört bin yıllık bir tarihten geliyor. Dünyada bir eşi daha görülmeyen bu sanat, Anadolu uygarlıklarının özünden doğmuş. Sınırsız biçimler yaratmış. Güzellik, renk, ışık üretmiş. Yaratılan her biçim, aynı zamanda bir fikir olmuş. Felsefe hayat ve bilgi olmuş. Anadolu'nun eski kuyumcuları, fikirleri, felsefeleri ve hayalleri mücevhere dönüştürmüşler. Mücevher ölümsüzlüğün de bir biçimi olmuş.
Gültepeli kuyumcu, dört bin yıl önce yaptığı altın küpeyle ölümsüzleşmiş. Alacahöyüklü usta, prensesler için yaptığı taca her baktığında yeniden doğmuş. Krezüs, altının ışığında canlanmış. Bugün müzelerde hayranlıkla izlediğimiz zebercet, yakut ve kesme yeşim taşlarıyla süslü altın tahtlar, geçmişin görkemini yaşatıyor. Elmaslı, yakutlu, zümrütlü altın beşikler şehzadeleri günümüze getiriyor
Anadolu mücevher sanatı, tam dört bin yıllık bir tarihten geliyor. Dünyada bir eşi daha görülmeyen bu sanat, Anadolu uygarlıklarının özünden doğmuş. Sınırsız biçimler yaratmış. Güzellik, renk, ışık üretmiş. Yaratılan her biçim, aynı zamanda bir fikir olmuş. Anadolu'nun eski kuyumcuları, fikirleri, felsefeleri ve hayalleri mücevhere dönüştürmüşler. Mücevher ölümsüzlüğün de bir biçimi olmuş. Alacahöyüklü usta, prensesler için yaptığı taca her baktığında yeniden doğmuş.
Güneş, buğday, arpa ve yulaf ekili geniş ovayı bir yangın kızılı rengine büründürerek yavaşça batıyordu. Sabahtan beri havaya bembeyaz pamukçuklar saçan kavak ağaçlarının gölgeleri uzamıştı. Oraklarını omuzlarına atmış yorgun erkekler tarladan dönüyor, suları genellikle kızıl renkte aktığı için halkın ‘’Kızılırmak’’ diye isimlendirdiği suyun kenarında sabahtan beri otlamış olan ipek tüylü keçiler, boyunlarındaki çıngırakları öttürerek, ahırlarına dönüyordu. Batmakta olan güneşin kızıl ışıkları, şehrin bitişik evlerini son bir kez daha kor kırmızı ışıklarla yıkarken, Prenses Tudu-Hepa aynanın karşısına geçti. Doğup büyüdüğü Lawazantiya şehrinden on beş yaşına bastığı birkaç ay önce çıkmış ve evlendiği Kral Teşup’un şehri olan Tarhuntaşşa’daki bu saraya yerleşmişti. Mısır keteninden dikilmiş bembeyaz elbisesi içinde, esmer ince gövdesi, beline kadar inen kuzguni siyah saçları, havaya kalkık burnu ve çetrefil kirpikli koyu renk gözleriyle pek güzel, pek alımlıydı. Görür görmez kendisine Mısırca ‘’Maa’at Hor-Neferure’’ yani ‘’Başakların Kraliçesi’’ adını takmış olan Mısırlı elçilere bu gece verilecek resmi devlet ziyafetinde göz kamaştırması gerektiğini biliyordu.
Taçlar, kraliçeler içindir
Aynanın karşısında süslenmeye başladı. Dövme demirlerle süslü büyük sandıktan çıkardığı altın tacı yavaşça başına koydu. Taç, altın levhadan kesilmiş enli bir parçanın çember şeklinde döndürülmesiyle yapılmıştı. İçleri çaprazlama bölünmüş ajur dikdörtgenlerin yan yana getirilmesiyle meydana getirilmiş üst üste dört banttan oluşmuştu. Dikdörtgenlerin köşeleriyle diademin alt ve üst kenarı boydan boya kabartma noktalarla bezeliydi.
Tanrıça Sutek’in himayesindeki kuyumcu ustaları tarafından, ‘Aşağı Şehir’de altının günler ve gecelerce zarif ve nazik bir şekilde hafif çekiçlerle dövülmesiyle yapılmıştı. Mum ışığında pırıl pırıl parlayan tacın kenarlarından fışkırıp, adeta bir şelale gibi beline dökülen siyah saçlarını topladı ve yine altından saç tokasının içine soktu. Toka, iç kalıp üzerine ince altın safiha ile kaplanmış ve bükülmüştü. Üzeri, bugünkü kuyumcuların ‘’Repousse’’ dedikleri teknikle yapılmış dövme kabartmalarla süslüydü. Tokanın altın iğnesinin başı ise, bir adet kuvars kristalinden, bir adet de altın boncuktan oluşmuştu. Son olarak da küpelerini taktı. İnce altın teller içi boş olarak çevrilip daire şekline getirildikten sonra, üst kısmı ay, alt bölümü de istiridye kabuğu haline getirilmiş, uçları karşılıklı ve aralıklı duran zarif küpelerdi bunlar. Aynada kendine son bir kez daha baktı. Muhteşem görünüyordu. Fırat Nehri kıyısındaki yabani kuğuların zarafeti ve gururu ile yemek salonuna doğru ilerlerken, bu göz kamaştırıcı güzelliğiyle, pek yakında başlayacağı söylenen Hitit-Mısır savaşını, belki de önleyebileceğini düşünüyordu.
Altını süsleyen Anadolulular
Bu satırlar tabii ki bir kurgu, bir canlandırma. Ama Hitit Kraliçesi’nin taktığı altın taç, saç tokası ve küpeler tümüyle gerçek. Bunlar ve altın işleme sanatının buna benzer yüzlerce örneği, bugün Anadolu Medeniyetleri Müzesi ile British Museum’da göz kamaştırmaya devam ediyor. Gold News’in 149’uncu sayısında ‘’Sarı Altının Kara Yolculuğu’’nun başlangıcını anlatmış ve ‘’Bundan sonraki sayılarımızda da Anadolu’da serpilip gelişmiş olan uygarlıklarda altının yerini ve Anadolu’daki gelişimini anlatacağız’’ demiştik. Bu yolculukta Troya, Alacahöyük, Eskiyapar, Horoztepe, Alişar, Boğazkale, Anadolu’daki Asur kolonileri, Kaniş ve Karum, Gordion, Frig, Urartu, Ege, Bizans ve Osmanlı gibi sayısız kilometre taşı var ve biz Alacahöyük’ten başlıyoruz.
Alacahöyük yerleşimini ilk bulan ve dünyaya tanıtan kişi, 1893 yılında ise E. Chantre olmuş. Daha sonra bir çok Avrupalı arkeolog ve tarihçi de Alacahöyük’ü incelemiş.Ancak bu incelemeler küçük çaplı kişisel girişimler olarak kalmış. Höyük'te gerçek anlamda ilk sistemli kazılar, Cumhuriyet Döneminde Atatürk tarafından başlatılmış. 1935 yılında Türk Tarih Kurumu adına Hamit Zübeyr Koşay, Remzi Oğuz Arık ve Mahmut Akok gerçekleştirdiği ilk kazı çalışmaları ve onu izleyen incelemeler sonucunda, Alacahöyük'te Kalkolitik, Eski Tunç, Hitit ve Frig dönemlerini kapsayan 4 ayrı kültür çağı bulunmuş. Böylece insanların milattan önce 4’üncü bin yıldan başlayıp, yine milattan önce 750 yılına kadar burada altın işlemeciliğini göz kamaştıran bir sanat haline getirdikleri ortaya çıkmış.
Anadolu kuyumcu ustaları, yıkama yöntemiyle tabiattan elde edilen altını bir sanat eseri haline getirirken, ince kum ile perdahlamışlar. Oysa bu yöntem, ne daha önce ne de daha sonra altın işçiliği yapan dünyanın başka hiçbir yerinde görülmemiş, bilinmemiş. Alacahöyük’te bulunan mücevheratın incelenmesinden anlaşılmış ki, Anadolu kuyumcu ustaları ta ‘’Tunç Çağı’’ndan beri, yani insanoğlunun bakıra kalay katmakla elde ettiği tunçtan itibaren, altın madenine dövme, döküm, perçinleme, kaplama gibi imalat teknikleri uygulamanın yanı sıra, kazıma, kabartma, granüle etme, delik işi yapma, kakma, telkari ve renkli taş ile süsleme yapmayı da keşfetmişler. Ayrıca, altın ve gümüşle birlikte zümrüt, yakut, agat, akuamarin, grena, karneol, sard, plasma ve amatist gibi gibi değerli taşları da kullanarak kuyumculukta adına bugün ‘’Oriantalizan’’ adını verdiğimiz yepyeni bir sanat sentezi ortaya çıkarmışlar. Taç, küpe, broş, toka, elbise kemeri gibi takılarda hilal, spiral şekilleri, nar, meşe palamudu gibi motifler kullanarak, tarihin belki de en eski ‘’doğu-batı’’ sentezini yaratmışlar. Bu bulgulara göre, Anadolu mücevher sanatı, tam dört bin yıllık bir tarihten geliyor. Dünyada bir eşi daha görülmeyen bu sanat, Anadolu uygarlıklarının özünden doğmuş. Sınırsız biçimler yaratmış. Güzellik, renk, ışık üretmiş. Yaratılan her biçim, aynı zamanda bir fikir olmuş. Felsefe hayat ve bilgi olmuş. Anadolu'nun eski kuyumcuları, fikirleri, felsefeleri ve hayalleri mücevhere dönüştürmüşler. Mücevher ölümsüzlüğün de bir biçimi olmuş.
Gültepeli kuyumcu, dört bin yıl önce yaptığı altın küpeyle ölümsüzleşmiş. Alacahöyüklü usta, prensesler için yaptığı taca her baktığında yeniden doğmuş. Krezüs, altının ışığında canlanmış. Bugün müzelerde hayranlıkla izlediğimiz zebercet, yakut ve kesme yeşim taşlarıyla süslü altın tahtlar, geçmişin görkemini yaşatıyor. Elmaslı, yakutlu, zümrütlü altın beşikler şehzadeleri günümüze getiriyor
ANTİK ÇAĞDA TAÇLAR
Mitolojinin benzersiz kahramanlarını günümüzün birçok müzesinde resim, kabartma ya da heykel olarak görmek mümkün. Kimi zaman kudreti ve gücü ile ürküten, kimi zamansa insanı hayretler içersinde bırakacak kadar göz alıcı bir güzellikte olan efsanevi taçların görünümleri de etkileyiciydi.
Günümüzde kimi zaman güzelliğin bir nişanı, kimi zamansa zarafetin bir simgesi olarak kullanılan taçlar, asırlar öncesinde bu özelliklerinin yanı sıra, asalet, kutsallık, güzellik ve saflık göstergesi olarak da kullanılmışlar. Mitolojinin benzersiz kahramanlarını günümüzün birçok müzesinde resim, kabartma ya da heykel olarak görmek mümkün. Kimi zaman kudreti ve gücü ile ürküten, kimi zamansa insanı hayretler içersinde bırakacak kadar göz alıcı bir güzellikte olan efsanevi taçların görünümleri de etkileyiciydi.
Taçların kullanım yerleri arasında, ilk örnekler için geçerli olan kutsal amaç ön plandadır. Tanrı ve tanrıçaların başlarında görülen taçlar taşıyanın kutsal sembolü olarak da kabul görüyordu. Örneğin; Şarap ve Tiyatro Tanrısı Dionysos'u gösteren birçok tasvirde tanrı, asma dallarından yapılmış ve salkım salkım üzümlerle bezenmiş büyük bir çelenkle karşımıza çıkar. Güneş Tanrısı Helios ise başında güneşin ışınlarını simgeleyen bir taçla betimlenir. Şehirleri, surları ve kent kapılarını koruyan Tanrıça Tykhe ise başında, şehir surlarını ve kapılarını gösteren bir taçla tasvir edilir. Özellikle Efes ve Antakya kentlerini koruyan Tykhe betimlerinde bu taçlara rastlanır. Ayrıca Artemis ve Aphrodite gibi koruyucu tanrıçaların başlarında da farklı semboller içeren gösterişli taçlar bulunurdu.Kuşkusuz taç kullanımı sadece tanrı ve tanrıçaların tekelinde değildi. Zamanla ölümlüler arasında da yayılan taç kullanımı değişik formlarıyla antik çağ yaşamının her alanında ilgi ile karşılanıyordu. Dinsel kullanımın yanı sıra, yarışma, evlenme ve cenaze gibi durumlarda da taçlar özel takılar olarak kullanılıyordu. Antik çağda ölümlü-ölümsüz herkes tarafından kullanılmış olan taçların ilk örnekleri, doğada bulunan malzemelerden yapılıyordu. Çeşitli bitkilerin dallarından ve yapraklarından yapılan bu ilk örnekler tanrı simgeleri olarak kabul görüyordu. Çelenk formlu taçlarda en çok kullanılan olan bitki kuşkusuz mersin, zeytin ve defnedir. Defne dallarından yapılan çelenkler antik çağda özellikle erkekler arasında oldukça yaygın hatta geleneksel bir kullanıma erişmiştir. Defne tacı ya da çelenginden söz açılınca, mitoloji ve söylencelere de değinmek gerekiyor. Antik Yunan Mitolojisi’nin en gözde anlatımlarından biri olan, defne çelenklerinin erkeklerin başlarını süslemesi Apollon ve Defne aşkına dayanmaktadır. Söylenceye göre tanrıların en yakışıklısı olan Apollon, ormanda dolaşırken güzeller güzeli bir kıza rastlamış ve ilk görüşte aşık olmuş. Ancak kız bakire kalmak için yemin etmiş olan ve erkeklerden uzak yaşayan Daphne adında bir güzelmiş. Apollon'un ısrarına karşılık vermeyen Daphne, Apollon'u arkasında bırakarak ormanın derinliklerine doğru koşmaya başlamış. Apollon da aşık olduğu kadının peşine takılmış ve amansız bir takip başlamış. Apollon, Daphne'ye yaklaşmaya başlayınca güzel kız tanrılara bakire kalmak istediğini söyleyerek yalvarmaya başlamış. Mesafe hızla kapanırken tanrılar kızın yakarışına kulak vermişler ve Daphne'yi tam Apollon yakalamışken hızla bir defne ağacına dönüştürmüşler. Apollon kızın kolunu yakaladığı anda, kızın yemyeşil dallarla kaplanan bedeni karşısında donup kalmış. Kız çok kısa bir sürede baştan aşağı dallar ve yapraklardan oluşan pırıl pırıl bir defne ağacına dönüşmüş. Kızın yemini bozulmamış ancak Apollon bu duruma çok üzülmüş ve kızı hiç unutmamak için yemin etmiş. Az önce kollarındaki güzel kızın ağaca dönen bedenine son kez sarılmış ve yapraklarla dolu dallarından birini alıp başına taç olarak takmış. Tanrı Apollon bu defne tacını başından hiç çıkarmamış ve daha sonraları genç erkeklerin defne tacı takmaları bir adet haline gelmiş. Özellikle erkeklerin, atletlerin ya da spor yarışmalarında derece alan erkeklerin başına hep defne taçları takılmış.
İlerleyen zamanla birlikte altın madenlerinin çalıştırılması, altın ve gümüşün işlenmesindeki gelişmelerle, özellikle Helenistik Dönem'de, taçlar ışıl ışıl altın yapraklara sahip olmuş. Altın dallar ve yaprakların yanı sıra, meşe palamutlar, çiçekler ve hatta arı, ağustos böceği gibi böcekler de çelenk formlu taçların görünümünü zenginleştirici unsurlar olarak kullanılmışlar.
Çelenk şeklindeki taçların yapımında, önce ince altın bir borunun içi, dayanıklı olsun diye reçine ya da balmumu ile dolduruluyor daha sonra da iki ucu birleştiriliyordu. Böylece başa oturan altın bir halka elde ediliyordu. Sonra dövülmüş altın levhalardan kesilerek şekillendirilen yapraklar, dallar, çiçekler ve hatta böcekler alttaki boruya ekleniyordu. Bu şekilde altının göz kamaştıran ışıltısı, antik çağ altın ustalarının becerikli ellerinden çıkan değişik motif ve figürlerle birleşerek sanat eseri sayılan taçlara dönüşüyordu.
Geç antik çağda taçlar daha çok rütbe ve statü göstergesi olarak kullanılır olmuştu. Toplum içindeki sosyal konumu belirten takılar arasında yer alan taçlar bu dönemlerde de takı olarak popülerliğini korumuştu.
Çelenk formlu taçların yanı sıra, diadem adı verilen taçlar da antik çağda rağbet gören baş takıları arasındadır. İnce altın levhalardan yapılan diademlerde form olarak iki tip vardır. Birinci gruptakiler alınlıklı diademlerdir ki bunlar üçgen şekillidirler. İki uçları arkada birleştirildiğinde alından üçgen şeklinde yükselir. İkinci grupta ise şerit ya da bant formlu diademler yer alır. Diademler adak ve sunu eşyası olarak kullanıldıkları gibi çoğunlukla mezar hediyesi olarak kullanılmışlardır. Özellikle Artemis ve Aphrodite'nin genç kız olarak betimlendiği eserlerde bu tanrıçalar diadem kullanırken gösterilmişlerdir.
Dünyaca ünlü diademler arasında yer alan ve bugün Moskova'daki Puskin Güzel Sanatlar Müzesi'nde sergilenen saçaklı diademler, antik Anadolu takı sanatının baş yapıtları olarak ilgi görmektedirler. Bu iki diadem, ünlü Troya antik kentinde bulunmuş ve yasadışı yollarla yurtdışına kaçırılmış. Yüzlerce altın eserle birlikte Moskova'da ortaya çıkan bu diademlerdeki sanat ve estetik, asırlar geçmesine karşın hâlâ görenlerin nefesini kesecek nitelikte. Alna dökülen incecik yapraklar, zülfü andıran ve omuzlara dökülen zarif saçaklar hep Anadolu'nun bitmez tükenmez zevkinin ve birikiminin bir yansımasıdır. Bu öyle bir yansımadır ki, ne aradan geçen yüzyıllar gölgeleyebilmiştir bu zarafeti, ne de Anadolu topraklarından uzakta, başka müzelerde yaşanan karanlık sürgün yılları... Troya'dan, Alacahöyük'ten, Efes'ten ve daha birçok Anadolu antik kentinden günümüze ulaşan taçlar, yüzyıllar sonra bile hem tasarımcılara ilham veriyorlar, hem de görenleri büyüleyici ışıltılarıyla etkiliyorlar aradan yüzyıllar geçmesine karşın...
Aynalar
Takı kelimesi bir çok yardımcı malzemeyi de çağrıştırır. Beğenme, beğendirme, süslenme arzusuna yönelik işlevi göz önüne alındığında, kıymetli taş ve metallerden yapıldıkları düşünülürse, mücevher kutuları, tuvalet masaları ve aynaların ne kadar önemli olduğu ortaya çıkacaktır. Bu nedenle, büyük bir grup oluşturmalarına ve başka bir kapsamda bir bütün olarak ele alınmalarının gerekli olmasına karşın, biz burada takı yardımcı malzemelerinden bir örnekle kataloğa başlamayı uygun gördük.
Yuvarlak aynanın 0,2 cm. kalınlığındaki yüksek kalaylı ve kurşşun içeren tunçtan oluşan metali sağlamdır. Ayna görevini gören gümüş parlaklığındaki ön yüzü temizdir ve aynanın kırık olan sapının gövdeye otırduğu kısım, yuvarlak gövdenin kenarında iki küçük çıkıntı halinde korunmuştur. Aynanın çerçevesi de eksiktir. Aynanın arkasına yapıştırılmış olan 0,9 mm. kalınlığındaki altın kaplama pirincin çapı, ana gövdenin çapından 0,7 cm. Daha küçüktür. Bu 0,7 cm.'lik bölümde ayna çerçevesinin yapıştırılması için sürülmüş olduğunu varsaydığımız beyaz ve sert, lak gibi bir maddenin izleri görülmektedir.
Altın kaplama pirinç safiha üzerinde cepheden tasvir edilmiş, kolları yanlaradoğru açık bir Eros kabartması yer almaktadır. Safiha çok ince olduğundan ezilmeler, kopmalar ve kırıklar oluşmuştur. Eros, vücut ağırlığını sağ bacağı üzerine vermiştir. Sağ kalçası hafifçe dışa çıkık, sağ ayağı yere tam basmakta, sol bacağı ise dizden hafif bükülü ve sol ayak parmaklarının sadece uçları yere değmektedir. Çıplak olarak betimlenmiş vücutta göğüs ve karın adaleleri belirgindir. Yana doğru açtığı sol kolu dirsekten bükülü olup elinde cepheden tasvir edilmiş bir kithara tutmaktadır. Sağ kolu da yine yana doğru açık, dirsekten hafif bükülüdür ve bu elinde de plektronu tutmaktadır. Plektronun kordonu bileğine bağlıdır ve ucundaki ponponu bileğin üzerinde kabartma olarak gösterilmiştir.
Baş hafif sağa dönük ve aşağı doğru çok hafif eğiktir. Saçlar ortadan ayrılmış ve kulak hizasına kadar iri dalgalar halinde gelip oradan enseye doğru bukleler yaparak inmektedir. Başın sağ tarafındaki saçlar işlenmiştir, sol tarafındaki bukleler ise görülmemektedir. Başın tepesinde bir tutam saç bukle yapılmıştır. Oval yüzde, yanaklar dolgun, dudaklar etli, burun basık, gözler iri, gözbebekleri belirgindir. Sırtından çıkan kanatların telekleri yukarı ve yanlara doğru açıktır ve uçları kanatların kapanmaya başladığı anı vurgulamaktadır.
Eros, sırtında, altın kaplama safihanın neredeyse tüm yüzeyini kapsayan bir pelerin taşımaktadır. Vücudu tamamen çıplak bırakan bu pelerin, arkada bir anlamda bir fon oluştururken, önde, boynun biraz altında, omuzlarda öne gelen "V" şeklinde yassı bir bantla bağlanmaktadır. Pelerin, omuzlardan aşağı, arkadan, bele doğru inerken ve bel hizasından sonra yanlara iri volonlar halinde dalgalanarak açılmaktadır. Bacakların bileğe yakın olan kısmında da pelerinin bir volanı belirtilmiştir. Rüzgarın etkisiyle dalgalanan kumaşın inceliği ve dökümlülüğü belli olmaktadır.
Bilindiği gibi, Eros, tasvirlerde en fazla karşılaşılan mitolojik figürlerden biridir. Genel olarak çıplak ve kanatlıdır. Elinde simgelerini taşır. Bu simgeler yayı ve oku, ya da kitharası olabilir. Eros'un, Zeus'un, Hermes'in ve Herakles'in simgeleriyle de tasvirleri vardır. Yalnız tasvir edilmesinin yanı sıra Pscyhe ya da Aphrodite ile birlikte olduğu tasvirler çoğunluktadır. Ankara aynasındaki Eros ise bu genellemelerden farklı bir özellik göstermesi açısından diğer Eros örneklerinden ayrılmaktadır. Yukarıda denildiği gibi genellikle çıplak tasvir edilen Eros bazı örneklerde giyimlidir. Bunlardan bazılarında ise bir pelerine sarınmıştır. Hemen hemen bütün tasvirlerde açık kanatlarla tasvir edilen Eros, Ankara aynasında ilk kez açık kanatların yanı sıra rüzgarla dalgalanan ve uçuşan bir pelerinle tasvir edilmiş olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu mzelliği de ünlü Khios'un şaire Sappho'nun bir ezgisini akla getirmektedir. Uzun zamandan beri bilinen bu ezginin belki de Ankara aynasında ilk kez bir tasvirini bulmuş olmaktayız. Bir fragman olarak zamanımuza ulaşmış olan bu ezgiden (E.Lobel - D.Page, Sappho Fragment 54, Oxford 1955) yalnız:"omuzlarında eflatun khlamisiyle göklerden gelerek" dizesi korunabilmiştir. Dizede başka renk olmasını düşünemediğimiz khlamis vurgulanmakta ve ayrıca Eros'un gökten geldiği belirtilmektedir. Aynı ifadeler kabartma üzerinde de mevcuttur. Bütün yüzeyi kaplaması ve zamanında belki eflatun renkte boyalı olmasıyla khlamis kabartmada da özellikle vurgulanmaktadır. Ayrıca yüzeye yayılırken yaptığı dalgalanma Nike tasvirlerindeki rüzgar etkisini burada da en gerçekçi bir şekilde yansıtmış olmaktadır. Böylece kabartma üzerindeki Eros da, Sappho'nun dizesindeki gibi sırtında uçuşan, dalgalanan eflatun peleriniyle gökyüzünden, bir ayağının üzerine daha henüz basarak yeryüzüne inmektedir
Takı kelimesi bir çok yardımcı malzemeyi de çağrıştırır. Beğenme, beğendirme, süslenme arzusuna yönelik işlevi göz önüne alındığında, kıymetli taş ve metallerden yapıldıkları düşünülürse, mücevher kutuları, tuvalet masaları ve aynaların ne kadar önemli olduğu ortaya çıkacaktır. Bu nedenle, büyük bir grup oluşturmalarına ve başka bir kapsamda bir bütün olarak ele alınmalarının gerekli olmasına karşın, biz burada takı yardımcı malzemelerinden bir örnekle kataloğa başlamayı uygun gördük.
Yuvarlak aynanın 0,2 cm. kalınlığındaki yüksek kalaylı ve kurşşun içeren tunçtan oluşan metali sağlamdır. Ayna görevini gören gümüş parlaklığındaki ön yüzü temizdir ve aynanın kırık olan sapının gövdeye otırduğu kısım, yuvarlak gövdenin kenarında iki küçük çıkıntı halinde korunmuştur. Aynanın çerçevesi de eksiktir. Aynanın arkasına yapıştırılmış olan 0,9 mm. kalınlığındaki altın kaplama pirincin çapı, ana gövdenin çapından 0,7 cm. Daha küçüktür. Bu 0,7 cm.'lik bölümde ayna çerçevesinin yapıştırılması için sürülmüş olduğunu varsaydığımız beyaz ve sert, lak gibi bir maddenin izleri görülmektedir.
Altın kaplama pirinç safiha üzerinde cepheden tasvir edilmiş, kolları yanlaradoğru açık bir Eros kabartması yer almaktadır. Safiha çok ince olduğundan ezilmeler, kopmalar ve kırıklar oluşmuştur. Eros, vücut ağırlığını sağ bacağı üzerine vermiştir. Sağ kalçası hafifçe dışa çıkık, sağ ayağı yere tam basmakta, sol bacağı ise dizden hafif bükülü ve sol ayak parmaklarının sadece uçları yere değmektedir. Çıplak olarak betimlenmiş vücutta göğüs ve karın adaleleri belirgindir. Yana doğru açtığı sol kolu dirsekten bükülü olup elinde cepheden tasvir edilmiş bir kithara tutmaktadır. Sağ kolu da yine yana doğru açık, dirsekten hafif bükülüdür ve bu elinde de plektronu tutmaktadır. Plektronun kordonu bileğine bağlıdır ve ucundaki ponponu bileğin üzerinde kabartma olarak gösterilmiştir.
Baş hafif sağa dönük ve aşağı doğru çok hafif eğiktir. Saçlar ortadan ayrılmış ve kulak hizasına kadar iri dalgalar halinde gelip oradan enseye doğru bukleler yaparak inmektedir. Başın sağ tarafındaki saçlar işlenmiştir, sol tarafındaki bukleler ise görülmemektedir. Başın tepesinde bir tutam saç bukle yapılmıştır. Oval yüzde, yanaklar dolgun, dudaklar etli, burun basık, gözler iri, gözbebekleri belirgindir. Sırtından çıkan kanatların telekleri yukarı ve yanlara doğru açıktır ve uçları kanatların kapanmaya başladığı anı vurgulamaktadır.
Eros, sırtında, altın kaplama safihanın neredeyse tüm yüzeyini kapsayan bir pelerin taşımaktadır. Vücudu tamamen çıplak bırakan bu pelerin, arkada bir anlamda bir fon oluştururken, önde, boynun biraz altında, omuzlarda öne gelen "V" şeklinde yassı bir bantla bağlanmaktadır. Pelerin, omuzlardan aşağı, arkadan, bele doğru inerken ve bel hizasından sonra yanlara iri volonlar halinde dalgalanarak açılmaktadır. Bacakların bileğe yakın olan kısmında da pelerinin bir volanı belirtilmiştir. Rüzgarın etkisiyle dalgalanan kumaşın inceliği ve dökümlülüğü belli olmaktadır.
Bilindiği gibi, Eros, tasvirlerde en fazla karşılaşılan mitolojik figürlerden biridir. Genel olarak çıplak ve kanatlıdır. Elinde simgelerini taşır. Bu simgeler yayı ve oku, ya da kitharası olabilir. Eros'un, Zeus'un, Hermes'in ve Herakles'in simgeleriyle de tasvirleri vardır. Yalnız tasvir edilmesinin yanı sıra Pscyhe ya da Aphrodite ile birlikte olduğu tasvirler çoğunluktadır. Ankara aynasındaki Eros ise bu genellemelerden farklı bir özellik göstermesi açısından diğer Eros örneklerinden ayrılmaktadır. Yukarıda denildiği gibi genellikle çıplak tasvir edilen Eros bazı örneklerde giyimlidir. Bunlardan bazılarında ise bir pelerine sarınmıştır. Hemen hemen bütün tasvirlerde açık kanatlarla tasvir edilen Eros, Ankara aynasında ilk kez açık kanatların yanı sıra rüzgarla dalgalanan ve uçuşan bir pelerinle tasvir edilmiş olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu mzelliği de ünlü Khios'un şaire Sappho'nun bir ezgisini akla getirmektedir. Uzun zamandan beri bilinen bu ezginin belki de Ankara aynasında ilk kez bir tasvirini bulmuş olmaktayız. Bir fragman olarak zamanımuza ulaşmış olan bu ezgiden (E.Lobel - D.Page, Sappho Fragment 54, Oxford 1955) yalnız:"omuzlarında eflatun khlamisiyle göklerden gelerek" dizesi korunabilmiştir. Dizede başka renk olmasını düşünemediğimiz khlamis vurgulanmakta ve ayrıca Eros'un gökten geldiği belirtilmektedir. Aynı ifadeler kabartma üzerinde de mevcuttur. Bütün yüzeyi kaplaması ve zamanında belki eflatun renkte boyalı olmasıyla khlamis kabartmada da özellikle vurgulanmaktadır. Ayrıca yüzeye yayılırken yaptığı dalgalanma Nike tasvirlerindeki rüzgar etkisini burada da en gerçekçi bir şekilde yansıtmış olmaktadır. Böylece kabartma üzerindeki Eros da, Sappho'nun dizesindeki gibi sırtında uçuşan, dalgalanan eflatun peleriniyle gökyüzünden, bir ayağının üzerine daha henüz basarak yeryüzüne inmektedir
ALTININ CAZİBESİNE DAYANAMAYAN PADİŞAHLAR
Osmanlılar da Anadolu’da kendilerinden önce kurulmuş öteki uygarlıklar gibi altını sevdiler ve onu büyük bir maharetle işlediler. Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman gibi çok büyük iki padişah bile gençliklerinde kuyumculuk sanatını öğrenebilmek için çırak olarak çalıştılar.
On beş, on altı yaşlarında, uzun boylu, iri yapılı genç, kuyumcu işliğinin başında kan ter içinde çalışıyordu.
Biraz önce büyük bir özenle çekip uzattığı ipek inceliğindeki altın teli tam düğümleyecekken, tel yine kopuverdi. Delikanlının zaten kırmızı olan yüzü iyice kızardı. Pençe gibi elleriyle kavradığı örsü fırlatıp attı. Elinin tersiyle masa üzerindeki bütün aletleri, bıçakları, makasları, çekiçleri ve irili ufaklı altın levhaları da süpürüp, yere çaldı. Sabahtan beri uğraşıp, tel tel altın çekmiş, ama bunları örme bir bilezik haline getirmek için düğümlerken, tel her defasında kopup gitmişti.
Hırsla burnundan solurken, arkasından yaklaşan beyaz sakallı yaşlı adamın sesini duydu. Adam, “Hep söyledim sana, altın nazlı bir kadın gibidir, ona karşı hep nazik olmalısın’’ diyordu. Delikanlı arkasına döndü ve kendisine kuyumculuk öğreten ustasını gördü. Utandı. Aletleri ve altınları toplayıp yeniden masaya koydu. Usta ile çırak yeniden çalışmaya ve sihirli maden altını, göz kamaştırıcı güzellikte bir hasır bilezik haline getirmeye başladılar.
Delikanlının adı Selim idi. Yıl 1487 idi ve Selim Trabzon Vilayeti’nde şehzadelik yaparak devlet işlerini öğrenirken, bir yandan da iyi bir kuyumcu ustası olmaya çalışıyordu. Kısa bir süre sonra bütün dünya onu Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim diye tanıyacak ve onun bütün Arap Yarımadası’nı, o zamanın en güçlü devleti Mısır’ı, Akdeniz’in büyük bir bölümünü nasıl fethettiğini, Hilafet müessesesini alıp Osmanlı İmparatorluğu’na nasıl getirdiğini bir bir öğrenecek ve önünde saygıyla eğilecekti.
Osmanlılar ve altın
Gold News’un 149’uncu sayısında başlattığımız ‘’Sarı Altın Yeşil Anadolu’da’’ gezisinde bu sayıdaki durağımız Osmanlı İmparatorluğu. Tam altı asır boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun ihtişamı denince akla gelen ilk sembol, göz kamaştıran mücevherler olmuş. İslam’da altın kullanımında aşırıya kaçılmaması geleneği olduğundan, özellikle sofra takımlarında altın yerine gümüş ve tombak tercih edilmiş, altın da saf halde değil, başka bir madenle karıştırılarak kullanılmış.
Osmanlılarda kuyumculuk, padişahlar tarafından sevilen ve desteklenen bir sanat dalı olmuş. Osmanlıların en kudretli padişahlarından olan Yavuz Sultan Selim ile Kanuni Sultan Süleyman, şehzadelikleri döneminde görev yaptıkları Trabzon’da kuyumculuk öğrenmişler.
Mücevherlerde altınla birlikte kullanılan taşlar çeşitli yerlerden getirilmiş. Mesela firuze Nişabur’dan, elmas Hindistan’dan, lal taşı Bedehşan’dan, yakut Seylan’dan, zümrüt Mısır’dan, inci ve akik ise Yemen’den temin edilmiş.
Osmanlı takıları arasında sorguç, hotoz, zülüflük, enselik, saç bağı, gerdanlık, iğne, çelenk, küpe, bilezik, yüzük, halhal, pazubent, düğme, zincir, kemer ve kemer tokası ilk göze çarpanlardan.Osmanlılar, kuyumculuktaki ustalıklarını takılardan başka yerlerde de göstermişler. Bugün Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan ‘’III. Murad Divanı’’ kitabının kabı, bir çok takıdan çok daha ihtişamlı. Sultan III. Murad’ın saltanatı sırasında sarayın ‘’Başkuyumcu’’su olan Bosnalı Mehmed Usta’nın eseri olan bu kitap kabı, altın zemin üzerine delik işi ve kuyumcu kalemi tarağı ile yapılmış kıvrımlı dal ve Rumiler, köşeli ya da düz zümrüt ve yakutlarla meydana getirilmiş. Hem erkek hem de kadınların kullandığı sorguç da Osmanlılarda kuyumculuğun nasıl olağanüstü bir sanat haline getirildiğini ortaya koyuyor. Yine Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan 18’inci yüzyılda yapılmış bir sorguç, altından yapılmış sapı, ortasındaki kocaman zümrüt ve çiçek biçiminde işlenmiş elmaslarıyla günümüzde de göz kamaştırmaya devam ediyor.Elmas, zümrüt ve yakutlarla bezeli broşlar, fantastik bir tasarım olan ‘’titrek’’ takılar, ‘’tektaş’’, ‘’gül’’ ya da ‘’Divanhane çivisi’’ adı verilen çeşitli yüzükler, ‘’akarsu’’ denilen bilezik ve kolyeler, ‘’pay-ı çift’’, ‘’üç ayaklı’’ diye isimlendirilen küpeler, altının kıymetli taşlarla büyük bir uyum içinde birleştirilerek Osmanlılarda nasıl büyük bir sanat haline getirildiğini ortaya koyuyor
Osmanlılar da Anadolu’da kendilerinden önce kurulmuş öteki uygarlıklar gibi altını sevdiler ve onu büyük bir maharetle işlediler. Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman gibi çok büyük iki padişah bile gençliklerinde kuyumculuk sanatını öğrenebilmek için çırak olarak çalıştılar.
On beş, on altı yaşlarında, uzun boylu, iri yapılı genç, kuyumcu işliğinin başında kan ter içinde çalışıyordu.
Biraz önce büyük bir özenle çekip uzattığı ipek inceliğindeki altın teli tam düğümleyecekken, tel yine kopuverdi. Delikanlının zaten kırmızı olan yüzü iyice kızardı. Pençe gibi elleriyle kavradığı örsü fırlatıp attı. Elinin tersiyle masa üzerindeki bütün aletleri, bıçakları, makasları, çekiçleri ve irili ufaklı altın levhaları da süpürüp, yere çaldı. Sabahtan beri uğraşıp, tel tel altın çekmiş, ama bunları örme bir bilezik haline getirmek için düğümlerken, tel her defasında kopup gitmişti.
Hırsla burnundan solurken, arkasından yaklaşan beyaz sakallı yaşlı adamın sesini duydu. Adam, “Hep söyledim sana, altın nazlı bir kadın gibidir, ona karşı hep nazik olmalısın’’ diyordu. Delikanlı arkasına döndü ve kendisine kuyumculuk öğreten ustasını gördü. Utandı. Aletleri ve altınları toplayıp yeniden masaya koydu. Usta ile çırak yeniden çalışmaya ve sihirli maden altını, göz kamaştırıcı güzellikte bir hasır bilezik haline getirmeye başladılar.
Delikanlının adı Selim idi. Yıl 1487 idi ve Selim Trabzon Vilayeti’nde şehzadelik yaparak devlet işlerini öğrenirken, bir yandan da iyi bir kuyumcu ustası olmaya çalışıyordu. Kısa bir süre sonra bütün dünya onu Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim diye tanıyacak ve onun bütün Arap Yarımadası’nı, o zamanın en güçlü devleti Mısır’ı, Akdeniz’in büyük bir bölümünü nasıl fethettiğini, Hilafet müessesesini alıp Osmanlı İmparatorluğu’na nasıl getirdiğini bir bir öğrenecek ve önünde saygıyla eğilecekti.
Osmanlılar ve altın
Gold News’un 149’uncu sayısında başlattığımız ‘’Sarı Altın Yeşil Anadolu’da’’ gezisinde bu sayıdaki durağımız Osmanlı İmparatorluğu. Tam altı asır boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun ihtişamı denince akla gelen ilk sembol, göz kamaştıran mücevherler olmuş. İslam’da altın kullanımında aşırıya kaçılmaması geleneği olduğundan, özellikle sofra takımlarında altın yerine gümüş ve tombak tercih edilmiş, altın da saf halde değil, başka bir madenle karıştırılarak kullanılmış.
Osmanlılarda kuyumculuk, padişahlar tarafından sevilen ve desteklenen bir sanat dalı olmuş. Osmanlıların en kudretli padişahlarından olan Yavuz Sultan Selim ile Kanuni Sultan Süleyman, şehzadelikleri döneminde görev yaptıkları Trabzon’da kuyumculuk öğrenmişler.
Mücevherlerde altınla birlikte kullanılan taşlar çeşitli yerlerden getirilmiş. Mesela firuze Nişabur’dan, elmas Hindistan’dan, lal taşı Bedehşan’dan, yakut Seylan’dan, zümrüt Mısır’dan, inci ve akik ise Yemen’den temin edilmiş.
Osmanlı takıları arasında sorguç, hotoz, zülüflük, enselik, saç bağı, gerdanlık, iğne, çelenk, küpe, bilezik, yüzük, halhal, pazubent, düğme, zincir, kemer ve kemer tokası ilk göze çarpanlardan.Osmanlılar, kuyumculuktaki ustalıklarını takılardan başka yerlerde de göstermişler. Bugün Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan ‘’III. Murad Divanı’’ kitabının kabı, bir çok takıdan çok daha ihtişamlı. Sultan III. Murad’ın saltanatı sırasında sarayın ‘’Başkuyumcu’’su olan Bosnalı Mehmed Usta’nın eseri olan bu kitap kabı, altın zemin üzerine delik işi ve kuyumcu kalemi tarağı ile yapılmış kıvrımlı dal ve Rumiler, köşeli ya da düz zümrüt ve yakutlarla meydana getirilmiş. Hem erkek hem de kadınların kullandığı sorguç da Osmanlılarda kuyumculuğun nasıl olağanüstü bir sanat haline getirildiğini ortaya koyuyor. Yine Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan 18’inci yüzyılda yapılmış bir sorguç, altından yapılmış sapı, ortasındaki kocaman zümrüt ve çiçek biçiminde işlenmiş elmaslarıyla günümüzde de göz kamaştırmaya devam ediyor.Elmas, zümrüt ve yakutlarla bezeli broşlar, fantastik bir tasarım olan ‘’titrek’’ takılar, ‘’tektaş’’, ‘’gül’’ ya da ‘’Divanhane çivisi’’ adı verilen çeşitli yüzükler, ‘’akarsu’’ denilen bilezik ve kolyeler, ‘’pay-ı çift’’, ‘’üç ayaklı’’ diye isimlendirilen küpeler, altının kıymetli taşlarla büyük bir uyum içinde birleştirilerek Osmanlılarda nasıl büyük bir sanat haline getirildiğini ortaya koyuyor
ANTİK ÇAĞDA BİLEZİKLER
Anadolu tarihinde önemli bir yeri olan Çatalhöyük'te yapılan kazılarda elde edilen taş bilezikler, bugün müzelerde günümüz insanıyla buluşuyor. Başlangıçta dinsel ve törensel anlamı olan takıların daha sonraları, süslenme ve kendini güzel gösterme amacıyla kullanılması sonucunda takılar değişik şekil ve malzemelerle yapılmış. İlk bilezikler daha çok deniz kabukları, kemik ve küçük taşlar gibi doğal malzemelerin dizilmesiyle elde edilmiş. Bu tip malzemelerden yapılmış bileziklerin çıkarttığı seslerin, ayinlere daha gizemli bir hava kattığını düşünür bazı araştırmacılar.
Anadolu'nun en eski merkezlerinden biri olan Alacahöyük'te, kral mezarlarında bulunan altın bilezikler M.Ö. 3. binde Anadolu'daki kuyumculuğun ulaştığı nokta hakkında bilgi verir. Hititler'den kalma duvar kabartmalardaki insan figürlerinin bileklerini süsleyen bileziklerdeki zenginlik dikkat çekicidir. Yüzleri birbirine dönük aslan başları ile süslenmiş bilezikler, Hititler'in severek kullandığı formlarından olmuş.
Anadolu kültürleri arasında maden sanatı ve kuyumculukta en başarılı olan toplum kuşkusuz Urartular. Urartular altın takıları törensel amaçla kullanırken, gümüş ve bronz takıları günlük yaşamda kullanmış. Urartu mezarlıklarında yapılan arkeolojik kazılarda bileziğin hem kadınlar, hem de erkekler tarafından kullanıldığı ortaya çıkmış.
Orta-Batı Anadolu'da hüküm süren ve tuttuğu her şeyi altına dönüştüren Kral Midas'ın halkı Frigler'in yaptığı takılar da kuyumculuğun sırlarının, estetikle buluşmasının bir göstergesi gibi. Pers istilası sırasında Doğu ile Batı sanatını topraklarında harmanlayan Anadolu, bu dönemde aslan başları, hatta gövdeleriyle süslü ağır altın bileziklerle göz kamaştırmış, eski çağların usta kuyumcularının ellerinde. Camdan yapılmış bilezik halkaların altın aslan başı uçlarla süslendiği örneklere de bu dönemde rastlarız. Bilezik halkası olarak camın asaletli ışıltısının yanı sıra, ince teller de bilezik yapımında kullanılmış. Bu tip ince tellerden oluşan bileziklerde; cam, kalsedon ya da kuvars gibi malzemelerden yapılan süslerle, bilezikler farklı ve daha göz alıcı bir hale getirilmişler; daha çok beğenilmek arzusuyla.
Batı Anadolu'da antik Yunan sanatının, yerli anlayışla
yorumlanması sonucunda takılarda da değişiklikler gözlenmiş. Gerek motif ve figürlerin çeşitliliği, gerek bu çeşitliliği pekiştiren ayrıntılı ve ince işçiliğin toplumlar arasında yayılmasıyla Batı Anadolu, kuyumculuk konusunda estetiğin ve teknolojinin birleştiği bir yer olmuş. Bu dönemde daha eski devirlerin mirası olarak kabul edilen uçları hayvan başlı bileziklerin yanı sıra, M.Ö. 4. yüzyıldan sonra bileziklerde, granül tekniğiyle yapılmış süsler ve telkâri şeritler de görülür. Artık bilezikler tamamen süslenme amacıyla kullanılmış ve gösteriş ön plana çıkmış. Ancak bilezik yapımında ağır ve törensel bir gösteriş yerine, son derece ince işçilikli ve ayrıntılarla zenginleştirilmiş sanatsal bir anlayış tercih edilmiş. Bu dönemden itibaren bilezik halkalarında değişik malzemeler kullanılmaya başlanmış. Altın, gümüş, bronz ya da cam ve kuvars gibi çeşitli malzemelerin bilezik yapımına uygulanmasıyla, takı sanatındaki gelişime paralel olarak, bilezik üretiminde de yeni gelişmeler ortaya çıkmış. Bilezik halkaları kimi zaman burkulmuş ya da düz boru olarak, kimi zaman da şeritler halinde şekil bulmuş, antik çağ kuyumcularının parmaklarında.
Helenistik dönemde ele geçirilen topraklardan sağlanan yeni malzemeler (sedef, inci vb.), yeni konular ve yeni teknolojilerle takı yapımında önemli bir devrim gerçekleşmiş. Zenginleşen üst tabakanın ve ticaretle uğraşanların estetik açıdan kaliteli takılara yönelmesi, bu ürünleri sanat eseri olarak kabul etmeleri sonucunda, takılara olan ilgi artmış ve özenli ve ince işçilikli takılar yapılmış. Bu dönemin takı gereksinimini karşılamak için oluşturan en önemli kuyumculuk merkezleri, Anadolu'da Lampsakos (Lapseki), Antiokheia (Antakya) ve Mısır'da İskenderiye'dir. Bu dönemde kuyumculuk tam anlamıyla renkli bir hal almış. Zümrüt, yakut ve granat gibi taşlarla süslenen takılar; incilerle, sedeflerle düşsel bir görünüme bürünmüş. Takılarda kabartmalı mitolojik figürlerden, aslan, yılan, kuş, vb gibi hayvan motiflerine kadar her konu özgürce kullanılmış. Ayrıca ipek püskül görünümünü veren sarkaçlardaki zarif işçilik sayesinde takılar daha sanatsal ve daha popüler bir görünüme kavuşmuş. Bu dönemde üretilen bileziklerde, hayvan başı olarak yapılan bilezik uçlarında çeşitlilikler görülür. Aslan başının yanı sıra, koç, dana, keçi, sfenks, boğa ve köpek başları da sıkça görülür. Ayrıca bileği ya da pazıyı birkaç defa saran, tamamı yılan formunda yapılmış olan bilezikler ve pazıbentler de bu döneme ait takılardandır. Bileziklerin orta kısımlarına telkâri süslemelerle yapılan ve günümüzün gemici düğümünü andıran "Herakles düğümü" motifi, bileziklerde ve kolyelerde sıkça karşımıza çıkar günümüz müzelerinde. Sabır ve özen gerektiren bu tip bileziklerin işçiliğini görünce, ister istemez tartışmasız bir hayranlık uyanıyor eski kuyumcu ustalarına, takı sanatçılarına...
M.Ö. 3. yüzyılda bilezik yapımında ortaya çıkan bir diğer yenilik ise menteşeli ve kilitli bileziklerdir. Bu tip bileziklerde daha değerli taşlar ve daha çok altın kullanılır.
Romalılar da Herakles düğümü motifini severek kullanmaya devam etmiş. Bunun yanı sıra, yılan figürlü bilezikler de eski dönemlerdeki kadar rağbet görmüşler. Cam ya da renkli boncuklardan yapılmış bileziklerle birlikte, değerli taşlarla süslenmiş bilezikler de bu dönemin önemli bilezik formları arasında yer almaktadır. Halkın kullandığı basit bilezikler arasında, düz altın levhalardan yapılan bilezikler ve altın tellerle yapılmış sade bilezikler de sayılabilir. Bizanslılar'ın üretmiş oldukları bileziklerde daha basit halkalar kullanılmış. Bu halkaların bazıları mine işçiliği ile renklendirilmişse de Bizans bilezikleri Yunan ve Roma bileziklerinde görülen ihtişam ve renklilikten uzak, daha basit bileziklerdir.
Ait olduğu kültür ne olursa olsun antik çağlarda üretilmiş olan bilezikler günümüzde görenleri hayrete düşürüyor aradan geçen zamanı hiçe sayarcasına. Zamanında tanrıçaların ya da ölümlü kadınların narin bileklerini süsleyen zarif bilezikler, bugün hala kuyumcu ustalarının ya da tasarımcılarının vazgeçemedikleri takılar arasında yaşamlarını sürdürüyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)